Günümüzde egemenlik savaşlarının şekil değiştirdiğini, üstünlük kurma yöntemlerinde ortaya çıkan dönüşümle daha kolay görebiliyoruz.

Vekalet savaşları, geniş dijital ağları istihbarileştirme (bilgi, algılama, efekt, komut), koalisyon operasyonları (birden fazla ülkeden aktör), kaos ve belirsizliği hakim kılma, sosyal psikolojiyi örseleme, siber saldırılar, insansız imha üniteleri ve manipülasyon araçlarının özellikle ekonomi odaklı kullanımı Hibrit Savaşlar veya Beşinci Nesil Savaşlar olarak ifade edilmektedir.  

1989 tarihli Military Review Dergisinde Alman General Franz Uhle Wettler’in bir sözüne atıf yapılarak söz konusu karmaşık dönemi iyi okumanın ulusal bir mecburiyet olduğu vurgulanmaktadır: “Geçmişte bir komutan, gelecekteki bir savaşın, geçmiş ve şimdiki savaşlara benzeyeceğinden emindi. Bu durum, komutana geçmişte ve bugün yürütülen taktikleri analiz etme imkanı sağlardı.

Bugünkü birlik komutanının artık bu olasılığı yok. Sadece son savaştan deneyim elde edemeyenlerin, bir sonraki savaşı kesinlikle kaybedeceği ortadadır”. O halde birçok düşünürün de iddia ettiği gibi “savaşın evrimi hayal edilebilir eşikleri aşmış” durumda olduğundan, devletlerin görünür ve görünmez güvenlik duvarlarını yeniden örmesi, muhtemel krizleri öngörerek savunma tedbirlerini çeşitlendirmesi ve güçlendirmesi zorunludur.

Son yıllarda üreticisi/uygulayıcısı kamufle olan biyo-silahlı saldırılar, devletlerin diğer devletlerin buna yönelik çalışmalarını sürekli takip ederek korunma tedbiri geliştirmesi gereken bir Beşinci Nesil Savaştır. Bu tür silahları piyasaya sürenler görünmezlik elde edebilmek için, kendi devletleri bundan etkilenmeden, kendi sınırları içinde yaşayanlar bundan darbe almadan virüsü ortalığa salmıyorlar.

Acımasızlık eşikleri o kadar yüksek ki, kapitalist endişelerini gidermek için canlı organizmaları veya cansız virüsleri kullanarak yerel, ulusal ya da küresel nüfusu yok etmekten çekinmiyorlar. Bakteri, virüs, böcek, mantar gibi bulaşıcı ajanları ölümcül aktörler haline getirerek bununla insanları, hayvanları ve/veya bitkileri etkisiz hale getirmek dünyayı daha kolay dizayn etmek için egemen olmanın gerektirdiği bir zorunluluk.

Toplumda endişe, hayvan ırkında kırılma, tarımda hasatsızlık gibi ağır maliyetler oluşturarak belirledikleri coğrafyayı krizin içine sokmayı planlayabiliyorlar. Bu bağlamda hedefe koydukları ülkenin, egemenin veya toplumun; siyasal ve sosyal anlamda felç edilmesini, güçsüzleştirilmesini, pasifize edilmesini Beşinci Nesil Savaş olarak tanımlanabilecek biyoterörizm metoduyla sağlayabilmekteler. Dolayısıyla bu sessizce yayılan tehditten sizi koruyacak ya da ona karşı mücadele edecek enstrümanlardan mahrumsanız, bu savaşı başlatanlara karşı koymanız imkansızdır. 
O halde devletlerin yaşadığımız bu acımasızlık çağında, güç mücadeleleri döneminde biyolojik saldırılara yönelik  çalışmalara yoğunlaşması, araştırmalarını yaparken de dünyanın hangi ülkelerinde virüs çalışan laboratuvarların olduğunu incelemesi gerekiyor.

Çünkü cevap aranması gereken çok fazla soru var. Virüslere karşı bazı ülkeler tarafından bir taraftan koruyucu ve tedavi edici ilaçlar geliştirilirken diğer taraftan yeni tür virüs üretimleri de yapılıyor mu veya devletler böyle bir şey yaparlar mı?

Uzmanlarca hızlı hareket edip çabuk çoğaldığı söylenen, insan hayatına yönelik çok ciddi tehditler içeren, devletleri bile çaresiz bırakan koronavirüs; acaba Çin ve ABD arasında bir süredir devam eden ticari savaşlarla ilgili olabilir mi?

Yine birçok uzman hekimin iddia ettiği gibi bu virüsün laboratuvarlarda üretildiği doğru mu? Mesela Çin’de 1988 yılında bozuk yapılı istiridyelerden kaynaklanan Hepatit A krizi, 310.000 kişiye bulaşmış, 31 ölüyle sonuçlanmıştı. 2003’te SARS, 2013’te H7N9 Kuş Gribi çok sayıda insanı enfekte etmişti. 2019’un son aylarında da tüm dünyaya enjekte ettiği COVİD-19 olarak isimlendirilen Koronavirüs salgınıyla Çin; hastalık yapan mikroorganizmalar konusunda hayli deneyimli gözüküyor ve ilgimizi çekiyor. 
Salgının ilk görüldüğü Wuhan’da; Ebola, Lassa ateşi ve Marburg virüslerinin de çalışıldığı BSL-4 (biosafety level-4) yani 4. biyogüvenlik seviyesine sahip laboratuvarlar bulunmakta. Aynı şekilde ABD’de de tehlikeli patojenlerin çalışıldığı pek çok BSL-4 laboratuvarı mevcut.

Her ne kadar kendi aralarında karşılıklı suçlamalar olsa da ortaya çıkan biyolojik tehditler Dehşet Dengesini yani karşılıklı kesin yıkım doktrinini düşündürmekte. İşin ilginç olan bir başka yönü Çin'in, koronavirüs salgını konusunda, hastalığın yayılımı ve kökenine ilişkin yapılan ve yapılacak araştırma ve makalelere kısıtlama ve denetim getirmesi.

Dünya'da hastalığın yayılım hızı ve ölüm oranlarına bakıldığında artık Çin'den daha az bahsediliyor olması soru işaretleri uyandırdığından sözkonusu yasak virüsün merkez üssünün ortaya çıkmaması için getirilmiş olabilir mi?      
Sonuç olarak, Çin’in Doğu Türkistan’daki can soydaşlarımıza karşı yaptığı soykırım, işkence ve zulümler; ABD gibi Çin’in de insan ırkına karşı silahlanan patojenler kategorisinde bulunduğunu, bu bağlamda sabıkalı olduğunu gösterdiğinden koronavirüsün –sonuçlarının kendilerini ne ölçüde etkileyeceğini tam olarak öngöremeseler de- beşinci nesil savaş  kapsamında bir biyosavaş olarak bu ülkelerce yürürlüğe konulduğu şüphesi aklımızın bir ucunda sürekli kalmalı.  


“EVDE KAL” Uyarısına, “CANIM SIKILIYOR” cevabını verenlere


Bilindiği gibi küresel salgının yayılım hızını azaltmak ve diğer sebeplerle vatandaşların kendilerini toplu alandan izole etmeleri hem devlet yetkilileri hemde sağlık çalışanları tarafından sürekli dile getirilmekte. Buna rağmen bazıları tarafından sanki hafife alındığına şahit oluyoruz. 

Solunum cihazına bağlı olarak belli bir süre yaşamak ya da virüsten dolayı hayatın sonlanması gibi ağır sonuçlar çok dikkate alınmıyor. Hasta olunsa karantinada herkesten –eş, dost, arkadaş- uzak kalınması durumu söz konusu. Peki ölüm olması halinde normal bir cenaze namazı kılınmayacağı, tanıdığımız veya tanımadığımız hiçkimsenin son yolculuğa katılmayacağı gerçeğine ne diyeceğiz. 
2 günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde ekrana çıkan görüntüler merhum Barış Manço’nun bir şarkısını hatırlattı. 
“Acıh da bağa vir, biraz da ona vir, 
Ayrana daldır, bulgura saldır.”        
Her türlü uyarıya rağmen evde kalmayanlar için Çağdaş Azerbaycan Edebiyatının önemli temsilcilerinden Mikayil Müşfik’in “Kurban” isimli sevilen şiirinden (iki üç harfi mesaj vermesi açısından tarafımdan değiştirilerek) bir kıtayla yazıyı sonlandıralım.
Bu geder baş verme, semender, yaza,
Düşersen ayağa, başına gurban
Yazığsan, ömrünü verme güdaza,
Gamzeli gözüne, gaşına gurban!