Bugün krizler içinde kıvranan küresel müesses nizam, Batıdaki sosyal bilimlerin hakim görüşü çerçevesinde şekillenmiştir. “Batı Dışı Toplumlar”a kalıp biçen sömürgecilik düşüncesinin ürettiği oryantalizm, evrensellik ve bağımlılık tezleri bu hakimiyet alanı içinde gelişmiştir. Modern anlamda siyaset, iktisat, sosyoloji, hukuk ve yönetim düşüncesi ve bunların ürünü kurumlar bize hep Batı tarihinden anlatılmış ve aktarılmıştır. İki yüz yıldan fazla bir zamandır bu böyle. Modern düşüncenin katı akılcı ve çatışmacı yaklaşımı mesela iktisatta faydasını maksimize, maliyetini de minimize eden “rasyonel/ekonomik insanı” üretmiştir. Halbuki siftah yaptıktan sonra gelen müşterisini komşusuna gönderen esnafın bu “irrasyonel” iktisadi davranışı kapitalist düzenin altından çekilen bir tuğla gibi tüm bu düzenin kurgusunu altüst etmeye yetebiliyor. Bugünkü kaotik ortamın bu faydacı insan tipi, siyasetten yönetim düşüncesine kadar her alanda muteber hale gelmiştir.
Faydacı düşünce siyasette en fazla oyu alanın haklılığını ve doğruluğuna delalet sayılırken adil, etik ve erdemli siyaset ise enayilik sayılmıştır. Bütçesini, yetkisini ve kadrolarını maksimize etmek isteyen ama kamu yararını ıskalayan bürokrat, dava ve müvekkil sayısını ya da bürosunun metrekaresini maksimize etmek isteyen ama adaletin tecellisinde sorumluluğunu es geçen avukat, daha fazla döner sermaye almak için en fazla sayıda hastaya bakmaya çalışan ama yeterli zaman ayırmadığı için teşhiste isabet ettiremeyen doktor, transkribindeki not ortalamasını maksimize etmek isteyip ders geçmekten başka bir derdi olmayan ancak niteliğe değer vermeyen bir öğrenci ya da önceden belirlenmiş kriterleri tutturmak için performans yönetimi çerçevesinde alelacele iş yapan memur; düşünce planında aynı hakim paradigmanın çıktılarıdır. Niceliğin egemenliğini niteliğe üstün kabul eden bir medeniyet, sorunun kaynağı olmuştur.
Batı kapitalizminin aracı olan ve insanı değersizleştiren bürokrasi, yönetim ve örgüt teorileri sadece akademiyi değil zihniyet dünyamızı da istila etmiştir. Mesela bunlardan Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” evrensel bir kesinlikle insanın ancak karnı doyup maddi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kendisini gerçekleştireceğini iddia eder ama cepheye silah götürürken ıslanmasın diye evladı yerine silahların üstünü örten ananın bu yüce davranışını açıklayamaz. Max Weber’in bugün bile cari “Bürokrasi Teorisi” nesnel ve tarafsız bir yönetimi sağlamaya çalışırken insana güvenmez, insani olan değer yargılarını reddeder, üstü astına tartışmasız hakim kılar, üst bilimsel bilgiye dayalı otoritesine o kadar güvenir ki hata yapmayacağını varsayar. Ancak bu teoride bizim siyasetnamelerimizdeki “ne kadar emin olursan ol mutlaka istişare et” düsturunun karşılığı bulunmamaktadır. Weber’de insan aklına mutlak güven düşüncesi, Siyasetnameler’de tedirginlikle ve temkinle karşılanır ve çaresi de hükümdarın azamet ve ihtişamına rağmen nefsini kırıp istişare etmesidir.
Menfaatlerin odağa yerleştirildiği, bireyin değer açısından yükseltildiği ya da alçaltıldığı, ölçünün kaçırıldığı, dengesinin bozulduğu bir faydacılığın sonucu çatışmacı bir anlayışla marksizmde emek-sermaye, liberalizmde birey-devlet, feminizmde kadın-erkek, laisizmde din-devlet, elitizmde elit-halk ve demokraside çoğunluk-azınlık mücadele içine sokulmuştur. Tüm bu modern siyasal ideolojilerin kendi tarihselliğinde karşılığı olabilir ancak bizdeki geçerliliği sorunludur.
1989 sonrası yazdırılan “Tarihin Sonu” ve “Medeniyetler Çatışması” gibi neo-liberal tezler Yeni Dünya Düzeni parantezinde İslam coğrafyasında fitne ateşini yakmış ve yaygınlaştırmıştır. Batı sistemindeki temsili demokrasi krizi, finans krizi, sosyal devlet krizi, yönetilemezlik krizi gibi gelişmelerin müsebbibi biz değilken; bu krizlerin sonuçlarına katlanmak zorunda kaldık.
Türk tarihinde “aile kurumu” hem milletin hem de devletin temel taşı iken ve de Aile Bakanlığımız olmasına rağmen akıntı o kadar güçlü ki bu kurumun erozyonu karşısında yasa, düzenleme ve uluslararası antlaşmalar derdimize derman olamayabiliyor.
Sadece Türk Dünyası ya da İslam coğrafyası değil Batı dışı toplumlar da gözlerini tarihten gelen misyonu ile Türkiye’ye çevirmişken sosyal teori ve tezler üzerine tutarlı, anlamlı ve sorun çözücü yaklaşımları tartışmak da geç kalmadık mı ya da hala bunları tartışmanın zamanı gelmedi mi? Geçmişte hem de modern dönemde bile bunu başarmışız. 1860 yılında Lübnan Nizamnamesinin İstanbul’da yazılıp halen bu ülkede uygulandığını ve karmaşık bir toplumdaki çatışmaları önlemeyi amaçladığını ya da Mecelle’nin Ortadoğu toplumlarında yakın zamanlara kadar uygulanageldiğini unutmamak gerekir. İlim, fikir ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın 19. yüzyılın müşahhas ismi olarak birçok kanunname, nizamname dışında Mecelle ve Tarih-i Cevdet’i kaleme almış olması ve tarih, toplum ve siyaset teorileri olan İbn Haldun’un Mukaddimesi’ni tercüme etmeye girişmesi sıradan gelişmeler değildir. Ne Tanzimat bürokratları ne de Yeni Osmanlı düşüncesindeki aydınlarla çok da kafası uyuşmayan Paşa, modern gelişmeler karşısında çözümü bu topraklarda, gelenekte ve tarih felsefesinde aramıştır.
O halde sorunun kaynağı ne? Türk düşünce geleneği ve yöntemine dayalı idari reform politiğini neden oluşturamadık?
(Devam edecek)