Osmanlı-Türk siyasal/anayasal gelişmelerinin 19. Yüzyıldaki seyrinin izleri bugüne ve yarınlara dair önemli ipuçları taşıyor. Bürokratik dönüşüm de buna dahildir. Türk siyasetini anlamak için yapılmaya çalışılan; bazen dönemlere ayırmak, bazen bunun da gerçekliğin sınırlı bir boyutunu verdiğinden dolayı tematik ayrımlara gitmek, bazen de iç dinamikleri dışarıdaki gelişmelerin bir izdüşümü olarak görmek şeklinde olmuştur. Süreklilik ve kopuşların izini sürmek ve anlamak açısından belki bunların hepsini dikkate alacak yaklaşımlara ihtiyaç bulunmaktadır.
Osmanlı kadim siyasetinin özünde yer alan Kanun-u Kadim ve Şer’i Şerif modern dönemlerle birlikte bürokrat-aydın tarafından sorgulanmaya başladıkça siyasal anlamda yeni bir yönetim düşüncesi tartışılmaya başlanmıştır. Aslında 18. Yüzyılda nüveleri oluşmaya başlayan modernleşme aşağıdan, toplumsal yapıdan ziyade yukarıdan yönetenlerden neşet etmiştir. Osmanlı toplumsal yapısında değişim ne kadar yavaşsa bürokrat-aydın katında da o kadar aktiftir. Değişim, geleneği ve dini (Osmanlı geleneksel yönetim anlayışında din ve devlet ikiz kardeştir) odak noktası olmaktan çıkarırken (yani tamamen reddediş olduğu söylenemez, zira Osmanlı’dan Cumhuriyete bürokrat-aydın devrimci, yıkıp yeniden inşa etmek taraftarı olmamıştır. Mesela sırf bundan dolayı aslında üçüncü sınıf bir ideoloji olan pozitivizme ilgi duyulmuştur) Batının kurumlarını, kavram ve düşüncesini kendi bünyesine entegre etmeye başlamıştır. Burada özel sentezlerin de ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Tanzimat aslında bu sentezlerden birinin adıdır. Batıdaki siyasal düşüncenin izleri bu metindedir. Kadim merkezin adalet kavramı yerine eşitlik kavramını koyma gayretindeki Reşit Paşa bile Hatt-ı Hümayunu ilan etmek için evinden helalleşip çıkmıştır. Bu sonuçta Hatt-ı Hümayun ve padişah iradesi ile ilan edilecek denilebilir ama Reşit Paşa devlet içinde zamanla oluşmuş çeşitli güç odaklarından sanki daha çok çekiniyordu. Ferman tebaaya mal, can vb. güvenliği sağladığını ilan etse de bunun asıl muhatabının can ve mal güvenliği olmayan kul-bürokratlar (siyaseten katl ve müsadere) olduğu unutulmamalıdır. Bu süreçle artık siyasal, toplumsal, idari, iktisadi vb. kararların oluşum sürecinde yeni bir bürokratik elit önemli aktörler haline gelmeye başlamıştır. Tanzimat bürokratlarına karşı olup Batıdaki kuvvetler ayrılığı ve anayasa talebinde bulunan Yeni Osmanlılar da bunun bir parçasıdır.
Şimdi burada literatürde pek yapılmayan bir mukayese üzerinden Türk siyasetinin bugününe bir projeksiyon tutabiliriz. Tanzimat bürokratları müessese fikrini (şahıslardan bağımsız kurumlar) inşa etme, merkezde ve taşrada bürokratik kurumları ve yine merkezde ve taşrada meclisler dönemini başlatma noktasında ve Batıdaki siyasal ideolojilerden (milliyetçilik, liberalizm, sosyalizm vb.) özellikle uzak dururken Yeni Osmanlılar ilk siyasal muhalefet olarak Tanzimatçıların karşısına Batılı bir ideoloji ile yani siyasal liberalizm ile çıktılar. İki kesim de efkâr-ı umumiye (kamuoyu) kavramının önemine varmaya başladılar aslında. Halkın modern siyasetin görünürdeki en önemli aktörü haline tedrici olarak gelmesi Cumhuriyet sonrası özellikle de çok partili siyasi hayata geçildikten sonra karşımıza “popülizm” olarak çıkacaktır. Bugün için temsili demokratik sistemlerin anlatıldığı kadar demokratik olmadığı ya da olamayacağı sorununun arka planında “popülist siyasetin varlığı” inkar edilemez.
Bu siyaset biçiminin problemleri Türk siyasal hayatında sağlıklı ve işler bir demokratik anlayışın oluşturulmasında da engel teşkil eder. Halbuki yönetim geleneğimizde danışma, müzakere ve bunun sonucunda isabetli ve adil kararlara ulaşma anlayışı temsili demokratik sistemler ve bunların yönetimindeki bürokrasiyle ciddi uyum problemi yaşamıştır. Osmanlı idari yapısının merkeziyetçi ya da adem-i merkeziyetçiliği üzerine yapılan tartışmaları hatta ezberleri bile bozacak tarzda 19. Yüzyılda merkezde ve taşrada oluşturulan meclislerin bürokratik amaçlı olduğuna dair hakim görüşe rağmen özellikle yerelde toplumun ileri gelenlerini bir araya getiren, kendi sorunlarını onlara tartıştıran ve çözüm yolları bulmalarını isteyen bir anlayışın olduğunu görüyoruz.
Batıdan gelen modern ideolojiler üzerinden Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya ve içeride fesat çıkarmaya yönelik beklentiler bu meclislerle bir süre bertaraf edilmiş ve ertelenmiştir. Vilayet ve kaza idare meclisleri dahil taşrada ve meclisi vala, Tanzimat meclisi vb. merkezdeki danışma ve karar mekanizmaları aslında Osmanlı Meclis-i Mebusan ve sonraki parlamentolarımıza peyderpey geçişi de kolaylaştırmıştır.
Siyasetin amacının, dilinin, yöntemlerinin ve çıktılarının problemli taraflarını izale etmek için tarihteki örneklere daha yakından değinmek gerekiyor.
Modern siyaset için çatışma, rekabet, rant/çıkar paylaşımı gibi yapılan çeşitli tanımları ve kavramları esas alarak oluşturulan siyasal alanın dayanışmacı, diğergam, vicdanı ve merhameti önemseyen toplumsal yapımızda çok yaralar açtığı kanaatindeyim. Şunun farkındayız ki modern demokratik siyasetin olmazsa olmazlarından biridir siyasi partiler. İlk örneklerini 1908 sonrası gördüğümüz fırkalar on yıl gibi bir dönemde nicelik olarak artarken nitelik olarak sıfırı tüketmiştir. İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkaları arasındaki çatışmalı ve gergin siyasetin izlerini 1950 sonrası CHP ile DP arasında gördük. Bu demek değildir ki siyasal partiler üzerinden yapılan siyaset külliyen yalan, dolan ve çıkarcılık. Problem siyaseti ahlak, erdem, adalet, vicdan, saygı gibi sacayakları üzerinde yeniden inşa edecek bir dil, yöntem, amaç ve araçlar üzerinden mutabakat sağlanmadan siyasetin partiye, seçime, adaya, makama, mevkiye ya da diğer rant vb. hususlara indirgenmesidir.
Modern siyasetin rasyonel ve maksimum faydacı bir zihniyeti kurduğunu, bu düşüncenin de oyları maksimize etme, parti üyelerini maksimize etme devamında kadroları, bütçeyi, maddi imkânları maksimize etme gibi takıntıları olduğunu sorgulamadık şimdiye kadar. Herkesin her şeyi bildiği (asgarisinden malumat sahipliği), ama kaynağını sorgulamadığı dolayısıyla rahatlıkla manipüle edilebileceği post-truth zamanlarda siyaset kurumu sırf kazanma ve de en çok kazanma düşüncesi içinde bu “okumuş cahil” kesimlerin omuzunda sırtında yükselebiliyor. Bu çoğaltma arzusunun ilahi kitabımızda nasıl da yerildiğini hatırlatmak isterim. Bizde az çoğa üstün gelebildiği gibi güçlünün başaramadığını Allah zayıfa yaptırır.
Bu eleştirileri yaparken siyaseti lanetlemediğimi ya da toplumun depolitize edilmesinin doğru olmadığını da ifade etmeliyim. Eleştirilerim modern anlamda kurulan siyasetin amaç, araç ve yöntemine. Siyasetsiz bir yönetimden bahsediliyorsa bu olsa olsa teknokratik bir yönetimi akla getirir. Bu da otoriter, denetlenmeyen, antidemokratik yönetimleri çağrıştırır. Tanzimat bürokratları devlete ve millete fayda sağlayacak çok hizmete imza atmış ama zamanla “her şeyin en iyisini biz biliriz” gibi bir anlayışın oluşumuna da katkı sunmuşlardır. Yeni Osmanlıların parlamento derken asıl hedefleri padişahın iktidarının sınırlandırılmasından çok Tanzimatçıların oluşturduğu ve kimsenin karışamadığı bu bürokratik iktidardır. Yakın tarihimizde de bürokrasi üzerinden demokratik siyasete müdahaleler gelmiş, seçilmişler atanmışların karşısında acziyet yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu ne kadar problemli ise tam tersi her şeyin siyasetin günlük, sığ ve çatışmacı diliyle ifade edilmesi ve zaman içinde devlet bürokrasisinin bu sığ ve çıkarcı siyasetin elinde anlamını yitirmesi de o kadar sorunludur. Türk İslam tarihinden örneklerle bitirmem gerekirse; Bilge Kağan halkıyla birlikte düşmana karşı savaşmış, onlarla yemiş, onları yedirmiş, refahı paylaşmış ve tarihe adını nasıl yazdırmışsa Hz. Ömer de hutbede “ben yanlış yaparsam ne yaparsınız?” sorusuna sahabenin seni kılıçlarımızla düzeltiriz cevabına sevinebilmiştir.
Onun için siyaset adalettir; karar verirken, hüküm koyarken, refahı paylaşırken…