Son 25 yıldır yüzlerce kurumla, aslında kurumu yönetenlerle, çalışma fırsatım oldu.
İster ticari bir işletme ister bir vakıf veya dernek isterse bir kamu kurumu olsun garip biçimde bazılarının beklentisi/ülküsü hep aynıydı: Kurumsallaşmak… Eski, köhnemiş, babadan kalma usullerden kurtulup, modern, bilimsel, batılı bir yönetim tarzını simgeliyordu kurumsallaşmak. Çaresizce kurumsallaşmak için çabalıyor ama bir türlü kurumsallaşamıyorlardı. Pek çok neden vardı ama herkesin ittifak ettiği tek konu eğitimsizlikti... Eğitimsizliğin nedeni ise çok basitti: Eğitim sistemi… Daha kurumsallaşamamaya çare bulamadan karşımıza yeni bir sorun çıkmıştı: Sistemsizlik
Bazı patronlar “öyle bir sistem olsun ki bu şirket ilelebet yaşasın”; yöneticiler “öyle bir sistem olsun ki biz stratejik konularla ilgilenelim”; çalışanlar “öyle bir sistem olsun ki ne iş yapacağımız, daha doğrusu ne iş yapmayacağımız belli olsun.”
Ama olmuyordu; zira bu işleri lead edecek (Liid etmek: Liderlik etmek oluyor) adamlara ihtiyaç vardı. Liderlik şarttı. Zira acımasız rekabet ortamında stratejik düşünmeden olmazdı. Stratejik düşünce lidersiz olmazdı. Sistemsizliğe çare bulamadan rekabet ve liderlik çıktı…
Durum gerçekten çok eğlenceli bir hal almıştı. Herkes sabahlara kadar okuyor, envaiçeşit modern yönetim ve liderlik türü öğreniyordu: NLP, ERP, MRP, CRM, EFQM, SQM, SHRMS, KYS, İKYS, JIT… Şirketler, kurumlar adeta bilim kurgu seti gibiydi. Fantastik kavramlar, artistik kısaltmalar havada uçuşuyordu.
Özellikle yöneticilerin böylesi fantastik işlere soyunmalarının kendilerince haklı bir nedeni vardı: Stratejik düşünce ve hareket; stratejik işlerle liderler, sıradan basit işlerle sıradan basit insanlar uğraşsın istiyordu. Sanki etek pantolon üretmiyor da dünya savaşı yönetiyorlardı. Dünya devleriyle mücadele ettiklerine, bunu da o üstün stratejik zekalarına borçlu olduklarına kendilerini inandırmışlardı o kadar ki devletin süper güçlerle nasıl başa çıkabileceğine dair fikir üretebiliyor, ama merdiven altı firmalarla rekabette çaresiz kalıyor, bu konuda devletin önlem alması gerektiğini düşünüyorlardı.
Bir şirkette herkesin liderlik yapması gerektiğini “okumuşlardı.” Bazen, bazıları, bu fantastik kavramlara inanıp liderlik yapmak isteyince olanlar oluyor, kimi Napolyon, kimi de Kanuniyi oynuyordu. Artık dizilerde ne gördüyse...
Devlet kademelerindeki bürokratlar da özel sektör mantığından dem vuruyor, özel sektörün başarısını, adına esneklik dedikleri usulsüz çalışabilme özgürlüğüne bağlıyordu. Devletin de kurumsallaşamamasından, sistemsizliğinden dem vurup, çalışanların beceriksizliğini ifade ederek, kendileri gibi dehalar olmasa devletin yürüyemeyeceğini ima ediyor; stratejik, vizyoner bir bakış açısı olmadan devletin yönetilemeyeceğini, eğitim sisteminin düzelmeden insan kaynağı sorununun çözülemeyeceğini, iyi yetişmiş çok az adamın da zaten özel sektörce kapıldığını sürekli dillendiriyordu.
…
İş hayatım boyunca stratejik düşünceye, sistemli çalışmaya önem vermeyen, eğitimi ve insanı merkeze almayan bir tek kişiye rastlamadım.Üstelik son derece vizyoner kişilerdi. Sorun şu ki basiretsizlik bazılarının paçasından akıyordu: Köklerinden kurtulup rüzgârda savrulmayı özgürlük sanan ahmaklar... Vizyoner akasyaların sistemli sulama ve stratejik gübrelemeyle bir gün çınar olabileceğini sanan şaşkınlar…
AB sözleşmeleriyle aileleri dağıtıp, toplumu cinsiyetine kadar özgür bireylere devşirme peşinde, kimin kâhyası olduğu bilinmeyen bürokratlar, muhtemelen efendilerine, her kuruma hibrit kavramlarla nüfuz ettiklerini, devletin pek çok kademesindeki şaşkınların takdir ve hayranlığını kazandıklarını ama bir türlü istenen sonuca ulaşamadıklarını rapor ediyorlardır. Devletin bütün kademelerine nüfuz etseler de devletin yıkılamaz olduğunu kabullenmeleri zor. Zira bu devlet bürokratların değil, aile ocaklarının omuzunda devlettir. Son ocak sönmeden yıkılamaz…
Diyarbakır’da aileler, oğullarını ve kızlarını, onları dağa kaçıranlardan istiyor. Bu aileler ocak sahibi kadınlar ve bazılarının yanlarında eşleri var. Bu kadınlar anne. Pek çoğu belki okuma yazma bile bilmiyor. Ama oğluna da kızına da sahip. Kocaman bir yürekle, dünyanın süper güçlerinin beslediği 7 başlı, Pek Kudurmuş Köpeklere meydan okuyor. Onlarca sene devleti yöneten bürokratların burun kıvırıp adam etmeye çalıştığı aileler, o, ocak sahibi kadınlar, bürokratların stratejik yaklaşımla çözemediği sorunu çözüyor. Diğer yandan iyi eğitimli, birey olmuş, tahsili ile devlet kademelerinde görev alabilen bürokrat başka bir kadın, terör örgütüne kurban edilmiş bir adamın annesinin acısını paylaşmıyor, bilakis o örgütü haklı çıkaracak ama kanunen kendini riske de atmayacak mesajlar verebiliyor. İki kadın: Biri ocak sahibi… Devletin yanında, hatta devletin bizzat kendisi. Diğeri tahsilli bir birey… Devletin bürokratı… Ama devleti yıkmak isteyen teröristlerin ideolojik, platonik partneri…
Demek ki devlet, ruhunu ideolojik kavramlara satmış, eğitimli ve korkak bürokratların değil, nesilleri mayalayan ocak sahibi ailelerin, o ocakları tüttüren kadınların omuzunda devlettir. O ocaklar varsa devletin bekasından endişe edilmez. Çünkü o ocaklardan ne ruhu ne de bedeni satılık (veya kiralık) “özgür bireyler” çıkmaz.
Dağa kaçırdıkları gençlerin aileleri olmasa (özgür bireyler olsa) onları kim arayacaktı?
Şimdi anlıyor musunuz aileyi yıkmak için atılan her adıma bu terör örgütleri ve onların bedenen veya ruhen partnerliğini yapan “özgür(!) kadınlar(!) ve özgür(!) erkekler(!)” neden destek oluyor? Çünkü bu mahfiller ailesi olan, ocak mensubu kadın ve erkekleri bir mal gibi kullanamıyorlar. Tabii sadece terör örgütleri değil fuhuş endüstrisi de…
Buna ocak sahibi anneler izin vermiyor.
Ellerinden öpüyoruz.