İnsanoğlunun doğaya ve yaşama ilişkin izlenimlerini konu edinen birçok anlatı, erdemsiz insanların mutlu, erdemli insanların da mutsuzluğundan bahseder. İhtiras haline gelmiş heveslerini, bozulmuş karakterlerini ve paslı kusurlarını örtmeyi bilenler, tüm arzularına ulaştırılır; hayatları boyunca doğru yoldan sapmamış; bilgelik, yiğitlik ve tevazu gibi ruhsal olgunluğa sahip olanlar ise “Kaybedenler Listesi”ne yazılır.
Oysa sözünde ve davranışlarında tutarlı, doğruluktan ayrılmayan; şefkat, merhamet ve fazilet gibi ruh özelliklerini taşıyan insanlar iyi insanlardır ve sosyal kanaat her zaman onların başarısından taraf olmuştur. Belki duruma göre mevzi belirlemek için her zaman uyanık, açıkgöz olamamışlardır. Şiddetli yağan kara, borana, kasırgaya, sağanağa mütehammil değillerdir. Ancak değerleri, ilkeleri, kıymet hükümleri uğruna yalnız, tek başına verilen bir mücadeleden de kaçınmadıkları bir gerçek. Doğruluktan ve dürüstlükten ödün vermeme uğruna birçok menfaatten vazgeçtikleri sahi. Uydurmanın gerçeğe egemenliğine müsaade etmedikleri hakikat. Düzmecenin asıla hükümranlığına karşı çıktıkları sahih.
Makama ve zenginliğe karşı değildirler, kimileri bunlara sahiptir. Ancak bu varlıklar için kendilerinden, şahsiyetlerinden, dostlarından ödün vermezler. Çünkü defterlerinde özverili olma, gönüldaşlık, milletin değerlerine adanmışlık liste başındadır. Onlar, merhum Dilaver Cebeci’nin “Bozkırda Kalan Sancı” şiirinde, “Bir tamu karanlığı keleplenirken bozkıra/ Kehkeşanlardan yıldız gibi indiler/ Tutuşturdular yeniden küllenmiş ocakları/ Bacalardan duman duman tüttüler” diyerek şiirleştirdiği sembol duruşların takipçisidirler.
İkinci grup karakter ise; siyaset/ ticaret/ kamu/ özel/ tüzel ayırt etmeksizin birçok yerde ortaya çıkması muhtemel prototiptir. O, maliyet esaslı bütçeleme, kâr/zarar bilançosu, kazanç getiren kapılar gibi çalışmaları, insan ilişkileri üzerinden üretir. Hedef kitlesi, fayda ve kâr getirici kişi ve gruplardır. Takla atmak ve ahkâm kesmek en sık tekrarladığı davranışlardır. Yalnız bunlardan birincisini yukarıya, diğerini aşağıya yöneltir. Manevra kabiliyeti çok yüksek olan bu tip, hep kazananın yanında yer alan, her mahallenin elemanıdır. Dostluk, vefa, fedakârlık, ahlak, erdem gibi manevi anahtarlara hiçbir zaman ihtiyaç duymadığı için merdivenlerden ikişerli üçerli atlayarak çatıya çıkmayı sağlayacak enstrümanları kullanmayı tercih eder. Kendisini kutsatma namına ikinci mevkilerden yer tutmayı bile önemseyen söz konusu makam oportünisti, milli ve manevi etik kodlara yabancı olduğundan; parayı değer, makamı üstünlük olarak zihnine kazımıştır. Fakat onun bu yönü, her sahneye uygun kamuflaja sahip olduğundan gizli damgalıdır. Mehtabı uyandırmamak için aheste çeker kürekleri. Duruşuyla, davranışıyla ucu eğri bir değnek olan çevgâna benzer. Yıkılacağı mutlak kapılar ve köprüler için eğilen, eğrilen, münhanîdir bu tip.
Reenkarnasyon (ruh göçü) öğretisini savunan düşünür Pisagor, ruhların yeryüzündeki davranışlarının onların geleceğini belirlediğini ileri sürmektedir. Ona göre ruh, yeryüzündeyken istek ve tutkularının kölesi olarak yaşarsa; bilgiye, erdeme, bilgeliğe, manevi değerlere önem vermezse, ölümden sonra daha aşağı bir canlının örneğin bir hayvanın bedenine hapsolmuş olarak tekrar yeryüzüne gelecektir. Aslında bu durum, ruh göçü yaşanmasa bile karakter yönünden yoksul ve yoksun kalmanın işareti olarak okunmalıdır.
Knut Hamsun’un “Açlık” isimli romanında bahsettiği, başkasına yol vermemek için direnen böcek benzetmesi, davranışsal izdüşümle bu karakteri çağrıştırır. Romanda sokakta yürürken önünde kendisine geçmesi için yol vermeyen şahsı “Aksaya topallaya ilerleyen, iri koca bir böcek gibi, kuvvet ve zorbalıkla ille de bir yere varmak, kaldırımı yalnız kullanmak isteğinde” diyerek olumsuz nitelendirme yaparak yalnızca şahsi çıkarlarına ve kendilerine hizmet eden kişiliklerin, güçlü gözükmeye çalışan zayıf varlıklar olduğunu vurgulamak istemektedir.
Bulanık suda akisleri görünmeyen bu zevatın “düşmek”tir en büyük korkusu. Geldikleri yere yeniden düşmek. O yüzden peşlerini bırakmaz “düş”ler. Ruhi kamburluklarını kapatmaz zoraki dik durmalar. Çünkü gönül omurgaları kırılmıştır. Gelip geçicilik şarkısını inanmadan segâh makamıyla ağır şekilde okuyup, ihtirasla imtiyaz koparmaya çıktıklarından, durdurulamaz o ruhen inişte olmalar.
Baş olma derdiyle baş belası olanları Aşık Sefaî, “Başım diye övünme ha/ Ne gelirse başa gelir/ Diz toprağa yaslanır da/ Baş düşerse taşa gelir” mısralarıyla ihtar eder.
Dolayısıyla şan, şöhret, makam, zenginlik hayallerinin sona ermesinden sonra merhum Neşet Ertaş’ın da bir türküsünde belirttiği gibi, “Cahildim dünyanın rengine kandım/ Hayale aldandım, boşuna yandım/seni ilelebet benimsin sandım” dizeleri terennüm edilmeye başladı mı, “ölürüm sevdiğim, zehirim sensin/ evvelim sen olmadın, ahirim olabilirdin” durumu, içinde bulunulan sonbaharı ve hüznü yansıtacaktır.