31 Mart 1596 tarihinde, Fransa, La Haye’de doğan, modern felsefenin babası ve analitik geometrinin kurucusu René Descartes, varlığı kesin olan tek şeyin düşünmek olduğu varsayımı üzerinden, düşünebilen bir yaratık olarak şüphe götürmez tek gerçeğin de "varlığımız" olduğunu belirtmiş ve tümevarımsal bu bilgi kanununu, "Düşünüyorum, o hâlde varım!" (Cogito, ergo sum! / Je pense, donj je suis!) şeklindeki ünlü tümcesiyle ifade etmiştir.
Descartes’in bıraktığı yerden devam edelim, hatta cüret edelim, 21. Yüzyıl versiyonu şekline uyarlayalım onun “derin mevzu” özdeyişini, söz uçsun yazı kalsın, yazının da yarınlara izi kalsın...
“Düşünüyorum, o halde varım!” OUT
“Üretiyorum; o halde varım!” IN
“Düşünmek” fiili tek başına, zaman-ı evvelde yeterdi yetmezdi bilinmez ama bugünün mobil, tekno, trendler arası ışık hızı ile gidip gelen sözün gelişi modern-vahşi-materyalist dünyasında “var olmaya” dair, yaşasaydı günümüzde eğer, Descartes da herhalde “Üretiyorum, o halde varım!” derdi.
Peki, ne demek “üretmek” ve de bununla birlikte “var olmak”?
Sade bir tanımlama ile; “Üretmek, bu dünyaya ve insanlığa daha az yük olmak adına yapabileceğimiz en kutsal nitelikli eylemdir.”
Şimdi, üreten ve üretken insan olmak tarafında kendi coğrafyamıza girelim, özümüze inelim ve isterseniz yine biz “bize” inceden, az biraz dokunalım.
Gözlemleyince, ki düşüncemi paylaşırsanız eğer, genç jenerasyonumuz başta olmak üzere tatminsizlikler okyanusunda hep beraber büyük kulaçlar atıyoruz. “Hem cam kenarı, hem şöfor mahalli, hem de 25 kuruş olsun” aralığında herşeyin en iyisini, en bedavaya istemek gibi de ayrı bir ruh hali ve can çekmesi var bedenlerimizde. Vermeden almaya çalışmak ruh-i haliyeti de ayrıca cabası...
Çalışma hayatlarımızın içerisinde ve sahalarda etkisini çok net olarak gözlemleyebileceğimiz başka bir önemli sosyo analize daha, işte tam bu noktada değinmeden geçemeyeceğim. Zira bu analizin parçası olan faktörlerin, toplumsal hafıza ve bilinçaltını direkt yada endirekt negatif anlamda etkileyen ve kurumsal yada bireysel performanslar söz konusu olunca hep karşımıza çıkan “verimsizlik” sendromunun temel sebeplerinden biri olduğunu düşünüyorum.
O halde nedir bu kanıyı oluşturan senaryosal düşünce, paylaşalım...
Heyecanlı ilk iş gününün sonunda evine “nihayet” makamında varan genç kızımıza/erkeğimize, yine evde daha büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla bekleyen eli öpülesi, yanakları sıkılası, yufka yürekli annemiz (sevgili yavrusunun bilinçaltına hangi derin mesajları gönderdiğinin farkına varmaksızın!) büyük bir şefkat, sevgi ve merakla sorar:
-
“İşin nasıl, RAHAT mı kızım/oğlum?”
Ne dersiniz, bu soru size de tanıdık geliyor, değil mi? Sorunun muhtemel cevapları ile ilgili ise olası alternatifleri herkesin hayal gücü ve canlandırma kabiliyetine bırakıyorum. Zira cevaplar kısmına geçemeden, ben bu sorudan bir türlü kopup ayrılamıyorum. Neden mi?
Çünkü bizi yukarıda bahsettiğimiz bütün o “ kişisel mutsuzluk, tatminsizlik ve verimsizliklerin” sebebine götürmeye yarayacak bazı ipuçları, cevap alternatiflerine hiç bakmadan bu sorunun içinde yatıyor.
Yani genç kişi;
-
“Valla Anneciğim, Ar-Ge departmanının istatistik bölümünde ofisin cam kenarı caddeye bakan güzel bir köşesinde, şık bir masa verdiler, caddeden geçen araçları sayıyorum, sonra da amirime bildiriyorum, yani Allah seni inandırsın, neredeyse hiçbir şey yapmıyorum...”
deyiverse, sevgili biricik annemizin, ama pek tabii büyük bir masumiyetle, yağları eriyecek, evladının oracıkta boynuna sarılacak.
Ben de, uzaktan kıyı köşe bir yerden
-
“Ahh be güzel Anacığım, ne yaptın gördün mü?” diyeceğim kırmadan ama dökmeden...
-
“Biliyorum, niyetin hoş, gönlün bol, tek istediğinse o biricik evladının mürvetini görmek!? Ama mesaj yanlış gidiyor be Annem!” diye sesleneceğim ayaklarının altı cennet o özel insanlara...
Pek tabiidir ki, aileler muhtemelen hayatın içinde yaşadıkları binbir zorlukları onlar yaşamasın diye, çocukları için, halk dilinde hep söylendiği üzere, en iyisini isterler. İşte sorun da tam burada başlıyor sanki, o hep arzu edilen, istenilen en iyisinde!
Nedir diye düşünelim birlikte bir an için, ne olabilir bu “en iyisi”?
Varolmanın dayanılmaz cazibesi içerisinde, en az riskle, en az çalışıp, kasvetli ve hikayesiz bir gelecek masalı yazarken tabiriyle, “rahat etmek” mi?
Yoksa varoluşumuzu daha anlamlı kılmak adına, hayatın güneşli tarafına geçerek (güneş terletir tabii!), hiç durmak ve tükenmeksizin, “üretmek” mi?
Söyleyenine göre değişir ama, naçizane ve gerçekten en iyisine dair bir kaç satırı biz burada peşi sıra karalayalım; sadece birimiz, ikimiz, üçümüz için değil ama hepimiz için “en iyisi” olacak olanlardan olsun...
- “Hepimiz için en iyisi”; kendi konfor alanlarımızı sonuna dek, ne kadar, nasıl zorladığımızdan geçiyor; iki, üç, beş değil, sadece “bir” olmaktan geçiyor.
- “Hepimiz için en iyisi”; sonunu düşünerek işe başlamaktan, hep bir üzerine koymaktan geçiyor; bugünü yarına ışıltılarla ve aşkla bağlamaktan geçiyor.
- “Hepimiz için en iyisi”; zamana dost olmaktan geçiyor, akrebi de yelkovanı da bir nefes dahi olsa geçmekten; dünden daha hızlı koşmaktan geçiyor.
- “Hepimiz için en iyisi”; arz-ı endam ederken bu mekan-ı arzda gülmekten, gülümsemekten geçiyor; herkesin etrafına pozitif enerji yaymasından geçiyor.
- “Hepimiz için en iyisi”; her bir yeni güne ilk günmüş gibi sarılmaktan geçiyor; acının tatlıyı, hüznün sevinci, karanlığın aydınlığı anlamlı kıldığını farketmekten geçiyor.
- “Hepimiz için en iyisi”; sevdiklerimiz için, ailemiz için, insanlık için üretmekten geçiyor, çalışmaktan geçiyor; “üretiyorum, o halde varım” demekten geçiyor.
Bundan tam 423 yıl önce bugün dünyaya gelen Descartes ile başladık söze, Thomas A. Edison (11.02.1847 – 18.10.1931) ile bitirelim.
‘‘Meşgul olmak her zaman gerçek iş yapmak demek değildir. Bir işin hedefi; üretmek veya başarmaktır ve bu iki sonuç için de düşünmek, sistem, planlamak, zeka, dürüst bir hedef ve terleme gerekir. Yapıyor gibi olmak yapmak değildir.”
Sevgi, sıhhat ve sağlıcakla kalın, hoşçakalın!
- - - - - - -