Eskişehir Şehir Tiyatroları, bu yıl repertuvarına “Bernarda Alba’nın Evi” adlı oyunu alarak sahnelemeye başladı. Federico Garcia Lorca’nın yazdığı oyun, simgesel bir anlatım içeriyor. Ev ile toplumsal yapının yansıtıldığı oyunda, erkeğini kaybeden bir kadının kızlarına yas bahanesiyle uyguladığı baskıyı anlatıyor.

Bernarda Alba, geleneklerine sıkıya sıkıya bağlı bir kadındır, ölen kocasının yasını tutmakta ve kızlarının da bu yas sürecine uygun olarak davranmasını beklemektedir. Bu yas süreci öylesine sınırlarla donatılmıştır ki kızların dışarıdaki hayatı görmeye dahi izinleri yoktur. Kapılardan ve pençelerden hava dahi sızmayan bu evde, kızlar önceki geleneklere uyarak kendi hayatlarından vazgeçmek durumundadırlar. Bu süreç kızlar için gittikçe dayanılmaz bir hal alır. İçleri gençlik ateşiyle yansa da anneleri onların üzerinde annelikten daha ziyade eril bir iktidar oluşturur. Evin erkeğinin kaybında, ona yas tutan kadın, kızlarına baskı kurarak hem kendini hem de kızlarını kurban durumuna düşürür ve evin içindeki yaşam çıkmaz durumlara sürüklenir. Bernarda Alba ve kızları evin içinde ya da kadın bedenleri içinde hapistedirler.

Oyunda erkek egemenliğini temsil eden bastonun takırtıları kadınlara yeni sınırlar getirildiğinin habercisidir. Bu yas yalnızca o evin erkeği için geçerli olan bir kanun değildir; bu geleneksel bir durumdur ve belki de bu nedenle oyunda üç baston kullanılarak, atalardan gelen bir geleneğin temsilinde kullanılmıştır. Bir geleneğin yerleşik hale gelmesi bir nesil içinde üç atayı buluyorsa o gelenek yerleşik sayılır. Bernarda Alba’nın erkeğini kaybettiğinde tuttuğu yas, onun babasının evi, babasının da babasının evinde böyle olduğu için ezberlenmiş bir bilgi şeklinde satın alınan bir geleneğin sonucudur.

Oyunda kızlar bu baskıdan kurtulma çabalarını çilelerini açarak göstermeye çalışırlar, ne var ki çileler bir yandan açılırken diğer yandan giderek açılmaz bir noktada yeni dolaşıklıklar yaratır. Evin en küçük kızı, camdan gördüğü ancak, oyunda görünmeyen birine âşık olur ve onunla kaçma hayali kurar. Ablalardan biri de aynı kişiye aşıktır ve o da evlilik hayalleri kurar.

Bedenine hapsolmuş bir kadının kurtuluşu nerededir?

Erkek egemen toplumlarda kadının bedeni, kadının kendi mülkü değil; yine erkeğe sunulan bir mülktür. Oyunda da kızların evin içindeki baskıdan kurtuluşu, bir erkekle evlenmeye indirgenmiştir. Ne var ki bir erkeğe indirgenen tutkusunun peşinden giden kadın bunu hayatıyla ödeyecektir. Böylece evin içinde baskıya boyun eğmek daha güvenli olacaktır. Kızlar dışarıyı özlemeden, şikâyet ettikleri düzen içinde, sustukları sürece kendi güvenliklerini sağlayabileceklerdir. Susmak, şikâyet etmemek ve hatta gitmek isteyeni durdurmak dışında yapılacak bir şey yoktur. Böylece Bernarda Alba’nın Evi’nin zindan olma durumu kadının da erilleşerek ördüğü erkek egemen anlayışına teslim edilecektir.

Şehir Tiyatroları oyuncularından Burcu Tutkun, Bernarda Alba’nın eril iktidarı temsil eden baskıcı anne rolünü çok iyi betimledi. Yasla birlikte sınıfsal üstünlüğünü de korumaya çalışan bir kadın kimliğini söylediği sözlerle ve duruşuyla da çok güzel sergiledi. Her şeye rağmen dışarda bir hayatın varlığına koşan ve tutkusunun peşinden giden evin küçük kızı Adele rolünde olan Pınar Bekaroğçlu Ciotta, oyunun kilit noktasında durdu. Bir genç kızın hevesli yanını ve masumane duygusal halini izleyiciye samimi bir duruşla iletti. Bernarda Alba’nın annesi rolünde olan Elçin Tezcan, Maria Josefa rolünde cinselliği bastırılan tüm kadınların kırıldığı yerin, naif ya da kelimenin tam anlamıyla delirtilmiş halini çok güzel yansıttı. Oynadığı her oyunda farklı bir kadın kimliğine bürünen Elçin Tezcan, bu rolünde de çarpıcı bir başarıya imza attı. Özlem Akdoğan, evin hizmetçisi La Poncia rolündeydi ve hizmetçi de seçimini, kadınlıktan ya değil, evin erkeği tarafından istismara uğramasına rağmen, sistemin baskısının uygulanmasına katkıda bulunmak yönünde kullandı. Onu, Burcu Tutkun ile birlikte kadının kadınlığına baskı yapan biri olarak gördük Özlem Akdoğan, her zamanki gibi başarılı bir oyun çıkardı. Ecren Can Serim, Angustlas rolünde, kardeşi ile birlikte aynı erkeğe aşık bir kadını canlandırdı. Kardeşliğin getirdiği yakınlık ve kendi hayatını yaşamak ve sevdiği erkeğin elinden alınma tehlikesiyle karşılaşan bir kadın olarak varılabilecek bir hırçınlığı çok güzel yansıttı. Martiro rolünde Özlem Baykara da farklı bir kadın kimliğini başarıyla ortaya koydu. O da bir yandan kadınca özlemler içindeyken diğer yandan da erkeklerden nefret eden bir karakterdi. Onun hırçın duruşu da seyirciye geçti. Mahide Yumbul Cantürk’de diğer kızlarla birlikte iplerinden kurtulmaya çalışan ablalardan biriydi. Doğrusu bütün oyuncuların kadının sıkıştırıldığı durumları göstermede çok başarılıydılar.

Susan-Susturulan ve Susturan Kadın

Oyun boyunca iki cenaze oldu. Biri babanın ölümü, diğeri de kızın intiharı. Babanın cenazesinde tecavüze uğrayan bir kadın ayıplanıyordu, diğerinde aşık bir kız. Her ikisinde de susan ve susturulan yine kadınlar oldu. Üstelik diğer kadınlar tarafından. Oyunda kullanılan yeşil balon her şeye rağmen bir umut beslemenin, sevincin, sınırları ortadan kaldırmanın sembolü olarak kullanıldı ve son balon Adela’nın ölümünden sonra uçuruldu. İnsan olmanın çabası her şeye rağmen umut beslemek değil mi? Ancak insanoğlu pek çok “erk” karşısında umudunu yeşertemiyor. Umut balon olup elimizden uçup gidiyor.

Bernarda Alba’nın Evi oyunundan çıktığımda toplumsal yaşam, erillik ve iktidar adına yeni bir söylem bulamadım. Erkeğin egemenliğinin yine kadınlar tarafından erkeksi bir yöntemle hayat bulması üzücü. Kadının kurtuluşunun bir erkeği düşlemekten geçtiğini söylemek, toplumda yeni “Sindirella’lar” doğurmaktan başka nedir ki! Ancak oyunda, oyun içine oyun sıkıştırılarak kadının kendi bedeninin peşine düşmesinin hayatıyla sonuçlandığından “Sindirella” bile olmasına izin verilmeyen bir sarmal oluşturulmuş.

Galiba işin gerçeği de bu. Eril bir tutum, sizi sarmalıyor, siz yine eril birinden kurtuluş bekliyorsunuz ve sonuç yok.

Aya maya kumpanya

Bir şişe şampanya

Hop hop altın top

Bundan başka oyun yok!