Ölüm sarısı bir tenle, yola çıktığım mavi bir yolculuk hikayesidir bu, gecenin en siyah yerinden başlayıp, martıların karşılamaya hazırlandığı gri bir sabaha doğru uzanan…
Ayna!
Yüzümü yıkayıp kaldırdım  başımı. Birden gözlerinin içindeki derinliği gördüm. Gözlerinde çimenler, papatyalar geceyi ağırlıyorlardı. Kara sevdaya tutulduğum gözlerinde zaman eriyip giderken, yıldızlar bir o yana bir bu yana kelebekler gibi uçuşuyorlardı. Kirpiklerinden çiğ yağıyordu sere serpe uzanmış çayırların üstüne. Bilirsin ne zaman bana baksan telaşlanırım, elim ayağım birbirine dolanır. Ölüm sarısı olur tenim, betim benzim atar,  nefes alamam. Bakışlarımı bir yetim hüznüyle, bir serçe ürkekliğiyle, bir çocuk utangaçlığıyla kaçırırım. Hatıralarla kuruladım yüzümü. Daha fazla baksam daha fazla ölürdüm.
Ezan-ı Muhammed-i dolaşırken yağmurdan ıslanmış sokaklarda boş kaldırımlarda ne kadar dert, hüzün, gurbet, gürültü varsa usulca aldım penceremden hepsini, menekşelerin kokularını alayım derken içeri ezanla. Gökyüzü grileşirken umutlar yeşile dönüyordu. Mavi ihtilallere doğru ilerliyordu duvardaki saat. Bir de martılar olsaydı bu şehirde senle beraber. Upuzun hayaller boyu sahiller.Fırından yeni çıkmış ekmek gibi tüter başımda dumanı sevdanın…
Sokak!
Yokuş aşağı inerken kaldırımlardan, besmeleler senle çekiliyor, kepenkler sana açılıyor, çaylar sana karıştırılıyor, banklarda gazeteler sana okunuyor, karşıdan karşıya geçen çocuklar senin eline sarılıyor, insanlar durakta seni bekliyor, ağaçlar sana salınıyor, rüzgar sana dolanıyor sanki. Yokluğun her yerde biliyor musun sevgili? Bu yüzden her nereye baksam sen oluyor, bir de tüm kuşlar martı oluyor sanki bu şehirde.
Birgün gelirsen, martılarla gel olur mu? Masmavi bir deniz olsun bu şehir...