Bugün kırıktır kanadım, kolum. Bugün mahsun, garip, solgun, yorgunum. Bugün içim sızım sızım sızlar durur. 
İçimde gidenlerin telaşı, kalanların masum bir hali var. 
Bugün öksüz, bugün yetim, bugün sürgün, boynu bükük… Asi rüzgarlar, hırçın dalgalar, anılarımı vurur da dururlar bugün. Yıpranmış bir kitabın son sayfalarıyım bugün. Ön sözünde besmele, ezan.. Son sayfalarında bir köy imamının sela sesi var. İhtiyar bir balıkçı teknesinin, umutları azalan, çelimsiz, cılız, ciğerleri marazlı, beti benzi solmuş, gencecik kaptanıyım bugün. Kayığının adını hüzzam koymuş… Uzayıp giden tren yollarının küflü raylarıyım, gazete at diye çırpınan çocukların tehlikeli oyunlarına ev sahipliği yapan. Üstünde tonlarca yük, binlerce hasret taşıyan…
Masmavi gökyüzüne kanat çırpan, yönünü kaybetmiş göç eden dostlarını arayan lakin bulamayan, boşlukta süzülüp, minik yüreği korkudan, her zamankinden daha fazla çarpan bir yavru kuşum bugün. Adına türküler yakılan… Bir bardak çay içilmemiş, saksıları çiçekler tarafından terk edilmiş, birkaç eskimiş eşyadan ibaret eski bir binanın terası gibi. Adresinde bulunamayan geri gelen mektuplar gibi. Şehrin hemen baş ucunda sıra dağlara gıpta ile bakan, yalnız bir dağ gibi. Başındaki karlara yavaş yavaş veda eden, eteklerindeki dallı güllü motiflerden habersiz, rüzgarın sesindeki kutlu çağrıyı işitip, icabet edemeyen… Geceyi bir bankın üstünde geçirmiş gibi, viranelerin karanlık, soğuk odalarında hatıralarını yakıp ısınmış gibi, aile albümlerinde bir yanı sararmış siyah beyaz fotoğraf gibi.  
Binlerce kez çekilmiş dertli, dede yadigarı bir tesbih gibi. Dalından kopmuş bir yaprak, dalları kırılmış bir ağaç, bilinçsiz yakılmış bir orman gibi…
Oysa söylenmemiş sözlerim var daha benim. Gözlerinin içine bakıp seni seviyorum diyemediğim. Sizden başka neyim var benim diyemediğim. Ellerini öpüp, koklayıp gülemediğim.
İyi olurum belki Sulatnım gel dese. Huzura kabul buyurup bir demet nergis verse. Kerbela hüznü de olsa O’nun gözleri, nazarıyla oluk oluk rahmet yağar çatlamış yüreğime. Kırılan gönlümü, elim ayağımı sarar şefkatli sözleriyle.
Bir vakit yanaklarıma değmişti elleri. O gün bugündür mahçup, al aldır benim yüzüm. Çağırsa yine kutlu beldesine, yüzümü sürsem ayağının bastığı yerlere. Bildiğini söylese her bir zahmeti, sırlasa zahmetin içindeki rahmeti. Üzülme “bişey olmez” dese, üzülür müyüm hiç? Yeşermez mi içimdeki umutlar, maviye dönmez mi tüm karanlıklar? İçimdeki sessizlik şimşekli cezbelere dönmez mi, gözyaşlarım huzurun resmini çizmez mi? Ellerimi tutsa ay, güneş, zaman, akıl tutulmaz mı o an? Engebeli yollar, kıldan ince kılıçtan keskin köprüler aydınlığa çıkmaz mı? Ölümün zerafeti, kefenlere, tabutlara, kara toprağa sinmez mi?
Sultan ah bir gel dese... 
Ölüme dahi koşa koşa gidilmez mi?