"İZMİR BEKİR" 1979
ÇARIK ÇİZMEYİ YENMİŞTİ
“BİR DESTAN KAHRAMANININ ANLATTIKLARI"
Tevellüdüm bin üç yüz ikiydi (1886).
Üç ferman gördüm, üç padişah eskittim.
Sultan Hamit'i, Sultan Reşat'ı bilirim.
Çağala yaşımda seferberlik ilan olundu. Askere alındım. Ayağımda çarık, bacağımda tepme keçeden şalvar vardı. Çok talim gördüm, yer çiğnedim. Ağalar beyler horoz sesiyle uyanırken, bizler borazan sesiyle uyandık. Adana köprüsünde müfreze, Halep'te örfiyeydim. Halep mahşerdi, Halep asker doluydu. Yayan Dürzi harbine katıldım. Yara almadan kurtuldum. Trenlere doldurdular bizi. Kömür yoktu, trenimiz odun gücüyle giderdi. Lüt Gölü’nde çadır kurduk. Hz. Ali'nin taşını gördüm, selamladım.
Kanal harekatında denizden topa tuttu İngiliz. Çok şehit verdik. Çöl kumları kana battı. Nice canlar su damlası gibi eridi. Arkadaşım Kizirali’yi hurmalık bir çukurda vurdular. Çok adem, çok yiğit bir kişiydi. Çenesini mendilimle bağladım. Ağaç yoktu, taş yoktu başucuna hece taşı olarak koyacak. Kasaturasını başucuna soktum da yürüdüm. Gün geldi göğü örtündüm, gün geldi su kabağından matara, savandan yatak yaptım. Cephanem tükenince bir kurşuna bir kilim verdim. Sina önlerinde terledim, ölüm ağzı Sarıkamışta bulundum. Dondum dondum da ölmedim. Kanal harbinde sol baldırımdan vuruldum. Şarapnel sol baldırımı almış götürmüştü. Çok kan kaybettim. Baldırsız Gazi oldum. Hastane, yatak yoktu. Sahra çadırında kara merhemler sürdüler yarama. Sarıp tahta bacak ettiler. Üç ay mağaralarda kaldım. Üç ay güneş içinde güneş yüzü görmedim. İngilize esir düştüm sonunda. Mısır da Seydi-Beşir kampına attılar bizi. Kamp çevresi çift kat tel örgüyle çevriliydi. İçerisi domuz ahırından beterdi. Düşman eli köle zoru derler. Çok eziyet işkence gördüm. Kalksan döğerler, otursan döğerlerdi. Sol baldırımın yaraları azdı kurtlandı. Canımda bir tek ayık yer kalmadı. Her nefeste azrail benimle. Kuvvetliydim ama, belime kucak yetişmezdi. Ölüm benden çekindi, yaralarım ilaçsız, merhemsiz geçti.
Bir gün tel örgünün dışında bir kadın göründü. O beni tanıdı, ben de onu. Haticeyan adında Ermeni bir kadındı. Seferberlikten önce Toroslarda aynı köyde yaşardık. Kocası şişmandı, kalaycılık yapardı. Kocası ölünce, köy imamı ''dinimizden değildir, gavurdur!'' diyerek kocasının cenazesini kaldırmak istememişti. Ben de ''gavur da olsa neticede insandır, dini, tabiyeti önemli değildir'' diyerek, cenazesini kaldırıvermiştim. Gel zaman, git zaman Seferberlik belası çıktı. Ermenilerle aramız bozulunca Haticeyan köyü terketmiş, İngiliz'e sığınmış, Mısır'a gitmişti. Haticeyan, yıllar önce kendisine yaptığım iyiliği unutmamış olacak ki, kamp komutanı İngiliz'e beni tanıdığını söyledi. ''Bekire kefilim'' dedi. Esir kampından çıkardılar beni. Haticeyan karnımı doyurdu, yaralarıma merhemler sürdü. Sonra da ''Serbestsin!'' dedi.
Ben de, yayan yapıldak vurdum kendimi çöllere. Her yan tehlike doluydu. İngilizler, Araplar arasında şöyle bir söylenti yaymışlardı, ''Gördüğünüz her Türk askerinin karnı altın doludur. Türkler anayurtlarına karınlarında altın kaçırıyorlar. Yakaladığınız Türkün karnını deşin, altınlar sizin olsun!'' diye. Bunu duyan aç gözlü fellahlar da, din kardeşi falan dinlemeden Türk avına çıkmışlar, eğri uçlu cembiye bıçaklarıyla yakaladıkları Türkün karnını deşerek midesinde bağırsağında altın aramışlardı.
Ben yakalanmamak için bazen bedevi, bazen fellah kılığına girerek saklandım. Saklana, gizlene Filistin Suriye dağlarını yayan geçtim. Tatmadığım eziyet, katlanmadığım acı kalmadı. Geceleri ağladım, bastım çığlığın gözüne:
“Yıllarca uğramadım yurduma,
Kula değil, yüreğime sor beni”
Memleketim Toroslara ulaşınca, derin bir nefes aldım. Artık herşey bitti, başımdan kör dumanlar kalktı sandım. Değilmiş meğer. Savaş bin kollu ejderha gibi oraları da almıştı içine. Açlık yoksulluk evleri delmişti. Öksüzlük artmış, dağlar eşkiyaya, kaçağa kesmişti. Osmanlı da din adamları savaşa gitmezdi. Onlar, avradın, paranın, malın mülkün iyisine kavuşmuşlardı. Öz yurdumda gece malı, gurbet malı olmak beter dokundu bana. Kahroldum. Bunalmışın eli tetikte olur derler. Gün yine meydanlara çıkma, meydanlarda kalma günüydü.
Ulukışla, Konya, Akşehir üstünden Garp Cephesine ‘duhul’ oldum. İstihkam kazdım dizimde, gümüşlü tüfek gözümde. Afyon'un ayazı ayaz, kışı buzdan buz olur, poyrazları ata kuyruk sallatmaz. Sırtta kaput, başımda çadır artığı, şayak kalpakla nöbetten nöbete taşındım. Büyük Taarruz’da manga başıydım. Sol baldırım çorabı iyi tutsun diye, çaput basmıştım baldırsız çorabımın içine. O zamanlar Kemal Paşa'nın hükümeti bir asker kadar yoksuldu. Çadırı, kaputu, postalı, karavanası yoktu bize verecek. Silahlarımız toplamaydı, birimizin mermisi öbürüne uymazdı. Hatta, benim tüfeğimin kayışı bile yoktu, kayış yerine kıl örme kara bir kestel ip bağlamıştım. Ayağımız çarıklıydı gene. Çarık kuruyunca, hem ayağımızı sıkar, hem altı kayganlaşır, bir düşman kadar tehlikeli olur, düşürürdü bizi. Biz de nerede su veya kan görürsek üstüne basarak, çarığımızın tabanını ıslatmaya çalışırdık. Islak çarığın tabanı hem yolu iyi kavrar, hem de ayağımızı sıkmazdı. Aşımız, sabah akşam kaynamış nohutla buğdaydan ibaretti. İkişer üçer avuç kaynamış nohutla buğday verirlerdi bize. Aç kalınca, düşmanın kaçarken ovada ateşe verip yaktığı ekin tarlalarındaki başak artıklarını toplar, avucumuzda ufalar, yerdik tanelerini.
İşte o çarıkların sıktığı ayaklarımızla, haşlanmış buğdayların ıslattığı midelerimizle aştık Ahır dağlarını. Dumlu önlerinde çevirdik düşmanı. Kılıç kılıca, boğaz boğaza kapıştık. Sayısız düşman atlarının özengisi, yuları boşandı. Ölüm en çok orada tanıdı insanı. Düşman bozulmuş, kaçıyordu. Peşlerine düştük. Yanmış, yıkılmış köylerden geçtik. Evler, konaklar yanıyordu. Yollar, çukurlar ölülerle doluydu. Bir kalpağa bir tüfek, bir kalpağa bir tüfek misali girdik İzmir'e. Sırt çantalarımızın içi yangın artığı buğday başaklarıyla doluydu. Manga başıydım. İlk kez İzmirin denizini gördüm. Çarığım gene ayağımı sıkmaya başlamıştı. Deniz suyunda ıslatmak için çıkardım ayağımdan çarığımı. Ama taban diye birşey kalmamıştı. Çarığımı gözümün dengine kaldırarak baktım ve çarığımın tabanının deliğinden çizmeli düşmanın kaçışını gördüm; çarık çizmeyi yenmişti.
Bu savaşların hiçbirinde çavuşluk, rütbe ummadım. Bağa bahçeye hazır konmadım. Terki silah ettiğimde yaşım yirmi sekizdi. Onsekizden yirmi sekize on yıl seferberliğin içinde döndürmüştüm ömrümü.
Belim doğrulsun, hanem yeşersin diye evlendim, geç yaşımda şehzade oldum. Lakin köyümde herşey yıkılmış, yanmıştı. Çekirdek misali başa dönmüştü hayatımız. Taş kırdım, ağaç kestim, harç kardım. Başımı sokacak ev kurdum kendime. İzmire giren ilk askerlerden olduğum için köylülerim İzmir Bekir lakabını verdiler bana. Hala da İzmir Bekir diye bilinir, tanınırım.
Şimdilerde yaşlandım oğul. Yaşım doksanı geçti. Gövdem duygularını yitirdi. Belden aşağım toprağa girmiş sayılır. Toprak yakında omuzuma doğru çıkarsa hiç şaşmam. Ama yaşlanmam keşke bir işe yarasaydı oğul. Son yıllarda kimse bize önem vermiyor. Ağır aksak kahveye çıksam, kimse ayağa kalkmıyor, sandalye gösterip yer vermiyor. Çifte Istiklal madalyalarımla oynuyor, Kuvvacı diye dalga geçiyorlar. Kulağıma çalıyor, ajans haberlerinden duyuyorum, Ankara da, İstanbul da durum şartlar bozukmuş gene diye. Kendi kendime söylenir dururum, eskiden çarık zamanında altındık, şimdi sulh zamanında geçmez akçe, pul mu olduk diye.
Ne dersin oğul?
Not: Bu öykü 1979 yılında yazılmış, Cumhuriyet Gazetesi’nde de yayınlanmıştır.