Netflix’te Sherlock Holmes dizisini izliyoruz eşimle, durdurmasını istedim…
O bölüm, Çin’den gelen tarihi çaydanlıkları ve onlara nasıl davranılması gerektiğini anlatan Çinli bir kadın ile başlıyor…
Sherlock’un, Doktor John Watson ile birlikte çözmesi gereken konu, Çinli bir tarihi eser kaçakçı mafya ile ilgili…
Hikâyenin bir yerinde Sherlock ve Dr. Watson, Çin’den gelen tarihi eserlerin sergilendiği bir sergi salonunda, bu mafya yüzünden saklanan Çinli kadın ile konuşuyor. Çinli kadın gizli gizli restore ettiği çaydanlıklardan kafasını kaldırdığında, kahramanlarımıza ayak tabanındaki dövmeyi gösteriyor ve bu dövmeyi taşıyan herkesin, kaçakçılık yapan mafyanın kuryesi olduğunu söylüyor…
Doktor Watson çok şaşırıyor ve kadına, “Sen de bir zamanlar kaçakçı mıydın yani?” diye soruyor…
Londra’daki bir sergi salonunda…
Çin’den gelen tarihi eserlerin sürekli sergilendiği bir sergi salonunda…
Çin’den gelen 400 yıllık çaydanlıkların yanında, bir İngiliz, bu çaydanlıkları restore eden bir Çinli’ye, “Sen de bir zamanlar kaçakçı mıydın?” diye soruyor…
Bakın…
Yer, İngiltere, Londra…
Kadın Çinli ve Çin’den gelen 400 yıllık çaydanlıkları tutuyor…
Çaydanlıklar, Londra’daki sergi salonunda…
Ne Sherlock Holmes’ün, ne o Çinli kadının ne de diziyi birlikte izlediğim eşimin aklına “Bu çaydanlıkların Londra’da ne işi var, buraya nasıl gelmişler, bunları buraya getirmek kaçakçılık olmuyor mu” sorusu gelmiyor?
Haydi, Sherlock, Sir Arthur Conan Doyle tarafından bir İngiliz olarak ‘yaratılmış’ diyelim, peki, mantık olarak Doğu medeniyetinde yetişmiş o Çinli kadın ve eşimin aklına neden bu soru gelmiyor?
Tarihi çaydanlıklar, İngiliz Hükümeti tarafından, memleketinden alınıp Londra’ya getirilince, bu durum neden “tarihi eser kaçakçılığı” olmuyor?
Neden herkes, Çin kültürüne ve tarihine ait çaydanlıkların Londra’da sergilenmesini vaka-ı adiyeden ve hatta olması gereken olarak görüyor?
Çünkü bizlere yıllardır, “Batı medeniyetlerinin ne kadar güzel, büyük ve hatasız” olduğu anlatıldı ve ikna edildik de o yüzden!
Çünkü Batı medeniyetinin, Doğu medeniyetine attığı en büyük gol; Doğu’da doğmuş, yaşamış ve yaşayanlara; “kendisinin asıl olan, mutlak ve daim olan” olduğunu ekseriyetle ikna etmiş olmasıdır!
Bizim kaderimizdir bu…
Biz; Hektor, Truva’da savaşırken Agamemnon’un bıraktığı sahte atın, ne kadar büyük bir deha işi ve müthiş bir savaş hilesi olduğunu kabul ederek başladık eğitimimize ve birçoğumuz hiçbir zaman adil dövüşmeyen Aşil’i destekledik bu savaşta…
Batı medeniyetinin öğretisine göre “savaşta her şeyin mubah olduğunu” kabul ettik, beri yandan hiçbir zaman savaş eseri almayan, kendisiyle savaşan herkesi öldüren Cengiz Han’a küfrettik…
Batı’da doğmuş ve büyümüş kişiler arasında, Doğu medeniyetine hayranlık duyan var mıdır?
Elbette, ama çok az… Tek tük…
Peki, Doğu’da doğmuş ve büyümüş kişiler arasında, Batı medeniyetine hayranlık duyan var mıdır?
Olmaz mı, hem de gırla…
Türkiye’de belki yüzde 50, Rusya’da yüzde 20, Çin’de belki yüzde 30, Japonya’da yüzde 10…
Çok yani hem de pek çok!
Bir hileyi, bir üçkâğıdı, bir suçu Batı yaptığı zaman normal karşılayıp benimsedik, Doğu’da yapılan iyi işleri bile küçümsedik, kadim değerleri hiçledik!
Batı, ‘gelişmiş’ olduğu için mi?
Batı, zengin olduğu için mi?
Doğu’nun gelişmişlikte önde, zenginlikte yukarda olduğu zamanları bile yok saydığımıza göre doğru yanıtlar bu olmamalı…
Batı, özgürlüğü sattı bize; Batı’nın bize ‘özgürlük’ diye kakaladıklarını sevdik biz! Her türlü işi, her naneyi “açık açık” herkesin gözünün içine sokarak yemeyi, özgürlük olarak bellettiler bize; keyifli geldi…
Babamıza, komşumuza, öğretmenimize, devletimize hesap vermek zorunda kalmamak sandık özgürlüğü…
Özgürlük adı altında yapılanların büyüsüne kapıldık, kendi medeniyetimize, kadim geçmişimize ait hissetmedik kendimizi…
İşte o yüzden…
Bir Çin çaydanlığı Londra’daysa normal geldi bize…
Çin’deki tarihi eserleri Londra’ya getiren Çinli ise kaçakçı, İngiliz ise yasal bir tüccardı…