Sırtımda azık torbası ve mandolin, önümde iki öküz ile boş bulduğum her an mandolin çalarak notaları kendimce çalışarak sınava hazırlandım. Her gece rüyamda Muzaffer öğretmenimizin gülmeyen yüzü beni mutsuz eder korkardım. Annem “ korkma kuzum ben dua ediyorum, Allah öğretmeninin gönlüne bir ilham verir geçersin sınıfını” diyerek teselli etse de korkuyu atamıyordum. Elma toplama ve bağ kesimine ilk defa kalamayacaktım. Babam, hastalığı nedeniyle para gönderemeyişini ve tatile gelemeyişimin suçluluğunu yaşar gibiydi. “Kuzum bu sene hiç harçlıksız kalmayacaksın. Cebinde her zaman para bulunsun. Çalışıyorum artık elhamdülillah. Kimsenin yanında mahcup olma, birisi bir şey ısmarlasın diye bekleme, arkadaşına mutlaka ikramda bulun. Borç alırsan mutlaka zamanında öde. Yapamayacağın hiçbir konuda söz verme. Sakın ha arabozucu olma. Hem Allah'ın hem de kulun yanında haysiyetin olmaz.” Sözlerini sık sık yinelerdi.
Eylülün ilk haftasında okula gidiş hazırlıklarım başladı. Bir yıl önceye göre biraz daha büyümüş serpilmiştim. Müzik dersini bir geçsem bir daha hiç ikmale kalmayacağım diye kendime sözler veriyordum. Arkadaşım yaşar okullar açılırken gelecekti. Annem tahta bavuluma giyecek ve diğer götüreceğim eşyalarımı hemen her gece yeniden bavuluma tekrar tekrar yerleştiriyordu. Babam “Bu sene gönlüme göre giydir ecem kuzumu, geçen seneden bir şey koyma yama yaparsın, bazılarını kes ula, Fadime’ye Memed'e iç göynek, don yaparsın” diyerek annemin koyduklarını çoğunu çıkardı bavuldan. Alacaklarımızı bir kâğıda not aldırarak cüzdanına koydu. Haydi, sen yat ben odunu hazırlayıp geleyim.” Dedi. Benim bir aylık harçlığımı elli lira, pazardan alacaklarımızı, benim yol param dâhil yüz lira ayırdığını hiç unutmadım. Kardeşlerim uyumuşlardı. Annemin, babamım ayırdığı eskilerimi toplarken sessizce benden gözlerini saklayarak ağladığını hissediyordum. Pazartesi günü ilçeye inecek, odunu satacak Kastamonu’ya gidiş bileti ve giysi ihtiyaçlarım alınacak, beni Salı sabahı minibüse bindirmesi için misafir olacağım Mustafa dayıya teslim edecek ve kendisi, köye dönecek. Plan kusursuz işledi. Annem kaldırdığında hazırladığı tarhana çorbasına ekmeği doğrayarak yedik. Eşyalarımızı aşağı indirdik. Babam annemin de yardımıyla odunu sardı. Yedi yaşındaki kardeşim Fadime feneri tutuyor, dört yaşındaki Mehmet “ Baba Pazar ekmeği al unutma emi” diye kendince konuşmalar yapıyordu. Boş tahta bavulu da odunların üstüne yerleştirdi, Annem kendisinin diktiği boş torbayı semerin göcesine takarak “ ufak tefek aldıklarını buna koyarsın” diyerek babama tembih etti. Mandolinimi de omzuma taktım. Duygusal bir vedalaşma sonrası annemin ve kardeşlerimin gözyaşları arasında yola koyulduk. Ben hiç ağlamıyordum ama köyden çıktıktan sonra dakikalarca içimi çekerek içime ağlardım. Babama belli etmiyordum. “ Erkek adam ağlamaz” demesini istemiyordum. Gecenin zifiri karanlığına alışmıştı gözlerim. Eşek hem yolu iyi biliyor hem de hızımıza uygun yürüyordu. Geceyi kağnı gıcırtıları, köpek sesleri ve rüzgârın ağaçlara söylettiği türküler bölünüyordu. Kafam hep müzik dersini geçmeye odaklandırıyordu beni. Yaz tatilim boyunca arkadaşım olmuştu mandolinim. Bavulun üstüne kırılmasın aman diye en itinalı şekilde bağlamıştı babam. Babam yol boyunca başarman gerektiğini, bu yoksulluk içinde öğretmen olacak ilk köylümüz olacağımı, kendisin Allaha söz verdiğini, benim öğretmen olmamın hepimizin hayatını değiştireceğini, kafama keser vurur gibi tekrarlıyordu. Devrez vadisi beni boğuyor, korkuyordum. Karşımda Ilgaz Dağı gel geç üstümden diyor umutlanıyordum.
On iki yaşında dünya benden sorulacak kadar yük vardı sanki omuzlarımda. Papaz önüne geldiğimizde sabah ezanı okunuyordu. Erken çıkmış olacağız ki üç köyün kullandığı yolda bizi geçen olmamıştı. Saatlerdir uçuyordum. Zaman daha hızlı geçse okula varsam diyordum. Derin gözde bir bağda odunu sattı babam. Beklemeden şehre indik. Eşeği hana bağladık, annemin diktiği torbayı da hancıya teslim edip, bavul ve mandolini yanımıza aldık. Pazartesi İlçemizin pazarıdır. Elli iki köyün yanı sıra Kargı, Ilgaz ve Yapraklı ilçesinin yakın köyleri de gelir ve çok kalabalık olur. Babam tanıdık bir dükkâna girerek bavul ve mandolini birkaç saatliğine güvenli bir köşeye bıraktı. Dışarı çıktık. Babam biraz durakladı. Kasketini kaldırıp başını eliyle sildi. “Hemen Han önüne inip minibüs biletini alalım. Orada bir helvacı var. Lokantaya girersek pahalı olur. Anan ekmekte koymadı. Tahin helvası ya da tahinli reçel yiyelim.” Dedi. Sıralı işlemleri hızla yaptık. Reçel ve tahin ile iki ekmeği yedik, yüz yirmi beş kuruş hesap ödeyerek iç çamaşırları almak için açık halk pazarına girdik. Kalabalık sürekli artıyordu. Birkaç tezgâh gezdikten sonra sanırım gözüne kestirdiği satıcıyı buldu.” Hepsini bir yerden alırsak indirim yaptırırım” diyerek hazırladığımız listeyi çıkardı. Satıcının isminin Kâmil olduğunu yanındaki satıcıya fısıltı ile sorarak öğrenmişti. Babam samimi yumuşak ve diğer tezgâhtaki müşterilerin de duyacağı ses tonuyla “Kâmil ustam, okula giden birçok talebe sizden alışveriş yapmış, hepsi çok memnun kalmış. Bu oğlanda benim Öğretmen okuluna gidiyor. İhtiyaçlarını senden alayım dedim, bize yardımcı ol artık.” Kâmil usta gururu okşanmış ve çok mutlu olmuştu. O da sesini yükselterek,” Ne demek gardanım. Nereliydin sen?” “Aspıras’lıyım, Pehlivan Kara Ali’nin bacanağı İsmail” deyince Kâmil usta, “ Çok sevdiğim güreşçidir. Tanırım kendisini, selamımı götür. Tezgâh senin seç, beğen, benim de katkım olsun öğretmenimize.” Babam mutlu bir şekilde en iyi ve kaliteli çamaşırları bildiğince seçiyor, üzerimde ölçüyor kenara koyuyordu. Alışverişi tamamladık. Babam , “borcumuzu bilelim Kâmil ustam” dedi. Kulağıma eğilerek inşallah yüz lira tutmaz kuzum” dedi. İşte o an babamın yokluğun kıskacındaki sıkıntısını, buna rağmen benim için her sıkıntıya katlandığını iliklerime kadar hissetim. İçimden başarmak için sözler verdim. Kâmil usta seri şekilde saydı ve hesaplamasını yaptı. Kaşını aşağı yukarı indirip, gözünü kıstı. “Pehlivanın bacanağı da pehlivandır. Bu delikanlı sağlıkla giysin. Senden cüzi bir kar alayım. Yetmiş beş lira ama atmış lira yeter, Ali pehlivana selamımı söyle mutlaka. Dedi. Aldıklarımızı ambalaj kâğıda sarıp iple bağlayarak babama verdi. ”Haydi, kuzum, bavulu senin sazı da alıp Mustafa’nın evde eşyalarını yerleştirelim, ben de vakitlice köye döneyim. Tahminimden kırk lira daha ucuz oldu. Sana seksen lira vereyim. On lirada Mustafa’ya bırakayım çocuklara bir şeyler alsın.” konuşmalarıyla dükkâna gelmiştik. Bavul ve çamaşırları babam omuzladı, ben de mandolini alarak on beş dakikalık bir yürüyüşten sonra eve ulaştık.
Mustafa Dayı da pazara çıkma üzereymiş. İçeri davet etti. Hoş beş hasbıhal ettiler. Bir yıl önce Öğretmen Okulu sınavları için yanlarında kaldığım kurs süresince sevgi ve desteklerini hiç esirgemediler. Çocukları Haşim abım, Murat ve Sevim küçük kardeşlerim, Kerime teyze annem gibiydi. Babam yeni yemek yediğimizi, hiçbir hazırlık yapmaması için ricada bulundu. Kendilerine fazlaca yük olduğumuzu söyleyince Kerime teyze “ O nasıl laf İsmail, Ali bizim de oğlumuz böyle laflar etme darılırım” deyince, babam mahcup olmuştu. “Tabi ki çok hakkınız geçti Allah razı olsun” diyebildi. Cebindeki bileti Mustafa dayıya verdi. “Yarın yedide minibüse bindiriver artık. Bavula eşyalarını yerleştirip ben kalkayım.” Mustafa dayı “Onu birlikte biz yaparız, sen yoluna revan ol” deyince, babam bana vereceği seksen lirayı da çıkartarak “bunu da yarın cebine iyi yerleştiriver” dedi. Vedalaştık. Kapının dışında olmaz İsmail, bu ne demek” “Allah aşkına elim boş geldim zaten” diyerek cebine on lirayı zorla koyma mücadelesi verdiğini biliyordum.
Sevim ve Murat mandolini inceliyorlardı. Kılıfından çıkartarak ellerine verdim. Kerime teyze “aman düşürmeyin ağır pahalı şeydir, saz bu” sözleriyle korku yaratmıştı. Sevim’in ellerini hızla geri çekişini hiç unutmadı. Bu saz değil Kerime teyze mandolin. “Bir türkü çığırda dinleyelim” dedi. Mandolini müzik dersimizde öğrendiğimiz do re mi fa sol la si do notalarının seslerini çıkarmak için çalıyoruz, daha türkü öğrenmedik dedim. “İyi onları tıngırdat bakalım nasılmış?” Notaları çaldım, sesleri çıkarmaya çalıştım. Murat ve sevimde denemeler yaptı. Mustafa dayı “Ali bundan da ikmale mi kalınır yaaaa, sen cin gibi çocuksun yaparsın yaparsın” şeklindeki sözleri bana güç vermişti. Zaman nasıl geçti bilmiyorum. Akşam yemeğini yedikten sonra bavulu yerleştirdik. Gömleğimdeki annemin diktiği iç cebime parayı yerleştirip, Murat ile aynı yer yatağına yatırarak üstümüzü örttü Kerime teyze.
Sabah namazına kalktıktan sonra hazırlanan kahvaltımızı yapmak için kaldırıldım, Murat ve Sevim uyuyorlardı. Hazırlanan yumurtalı ekmeği pekmeze bandırarak yedik. Kerime teyzenin elin öperek ayrıldık evden. Mustafa dayı bavulu omzuna aldı, mandolini kılıfıyla bende omzuma taktım yürümeye başladık. Minibüsün yanına geldiğimizde Şoför,” en son yolcumuzda geldi haydi binin bakalım yerlerinize diyerek bavulu bagaja yerleştirdi. Mustafa dayı “Kaptan bu çocuk bana emanet, bendende sana emanet. Gözünü seveyim Göl köy okulunun arabasının kalktığı yere bırak, bavulu ağır götüremez” dedi. Meraklanma garlaş, beş kişi bunlar, oraya varalım duruma göre okula da atarız” dedi. Benim mandolini de arka tarafa emniyetli bir şekilde koydu.
Karne tatiline kadar dönemeyeceğim en az beş aylık bir ayrılık yolundaydım. Diğer arkadaşlarda ikinci ve üçüncü sınıfta farklı derslerden ikmale kalmışlar. Ilgazları aşarak güneyinden kuzeyine üç saatlik yorucu bir yolculuk bizi bekliyordu. Ekincik köyünü geçtiğimizde şoför “Alın bakalım şu kese kâğıtlarını, cebinizde naylonunuz vardır, biraz ağır gireceğim virajlara sağa sola bakmayın hep ileri bakın, araba tutan olursa söyleyin hemen durayım dışarı çıkın, arabanın içi mahvoluyor. Kara Dere'den sonra biraz daha hızlanırız “ diyerek uyarılarda bulundu. Bir sessizlik hâkimdi, nefesimiz bile az alıp veriyorduk. . Tosya’ya giden jig, kamyon daha çokta traktörün arka kasasına dolmuş insanlar yanımızdan akıp gidiyordu. Ilgazların sık çam ağaçları arasında güneş bizimle saklambaç oynar gibiydi.
Ben içimin bulanmaması için kımıldamamaya çalışıyordum. Şoför kafasını çevirerek arada bizi kontrol ediyordu. Karayere Orman deposuna kereste götüren traktör ve kamyonları dikkatli şekilde geçerken, “ bunların şakası yok tomruk bile düşebilir üstümüze, dikkatli olmak lazım, onun için yavaşlıyorum” deyince, bir arkadaş “ şoför amca, ayu çıkabülü, daş düşebülü diye bir levha varmış. Bu dördüncü geliş gedişim Kastamonu’ya göremedim, onu bize göstersene” deyince sessizlik bozuldu. Gülüşmeler oldu. “ Ulan oğlum siz öğretmen olacaksınız, böyle uydurma şeylere inanmayın. Bana da askerde bir komutanım sormuştu, görmedim komutanım “ Dedim. “ Gittiğinde sağına soluna iyi bak” demişti. Askerde her vilayet için dalga geçecek bir şey buluyorlar. Kızarsan üstüne geliyorlar. He he deyip geçeceksin. Geldik hemen çeşme var ileride durayım eliniz yüzünüzü yıkayın” diyerek durdu. Araba hızla boşaldı, herkes kendini bir köşeye attı. Çeşmenin etrafında ağaçların arasında kaybolduk biraz. Çeşmede elimizi yüzümüzü yıkadık derin nefes aldık az soğuk su içtim. Arabaya binerken şoför elimize kolonya dökerek kokuyu içimize çekmemizi bulantıyı alacağını söyledi. Minibüse bindiğimizde okula giden arkadaşların hepsi birkaç da diğer yolcu sarhoş gibi sallanarak koltuklara oturduk. Şoför sakin ve sabırlı görünmesine rağmen biraz sinirlenmişti. Yola koyulduk. Kara Dere'nin dik, dar ve dönemeçli yolunu bükülerek çıkıyorduk. Şoför yüksek perdeden yanında oturan kişiye anlatıyordu. “ Yakup vallahi bu araba tutması var ya, bırak şu işi dedirtiyor ama ekmek kapısı diye katlanıyoruz. Yahu bari bulantı hapı alında atın diye her seferinde diyorum. Tatillerde okuldan alırken bu çocukları yarım saat öncesinden aldığım bulantı haplarını içiriyorum. Yolda uğraş inince, uğraş çok yoruyor bizi. Bakın çocuklar sizde kendinizi yolculuklara hazırlayın. Yanınızda her zaman naylon, kese kâğıdı bulundurun” diyerek uzun süre konuştu. Saatine bakarak “ yorucu oldu bugün yolculuk, üç buçuk saatte gelebildik. Haydin bakalım” diyerek, garajda Gölköy otobüsünsün geleceği yere bizi bıraktı. Yarım saatlik bekleme sürecinde simit ve çay ile midemizi yatıştırdık. Öğle yemeğine okula yetişecektik. Tosya’dan birlikte geldiğimiz arkadaşlar derslerden hiç bahsetmedi. Yazın yaptığı ilginç olayları birbirlerine anlatırken kahkahalar atıyorlardı. Ova köylerinden olduğu için maddi sıkıntılarının olmadığı belliydi, ya da bana öyle geliyordu. Arabanın gelme saati yaklaşırken diğer il ve ilçelerden gelen öğrencilerle yirmi kişi kadar olmuştuk. Garaja geliş sırasına göre dizildiğimizden otobüse binme ve bavullarımızın yerleştirilmesi de gerekli okul disiplini içinde yapıldı. Okula geldiğimizde öğrenciler yemekhaneye doğru gidiyordu. Arkadaşlar birbirine yardım ederek eşyalarımızı yemekhanenin karşısındaki oturma banklarına koyduk. Toplu halde yemekhane başkanının yanına giderek yeni geldiğimizi yemek yiyebilir miyiz diye üst sınıflardan bir arkadaşımız kolunda Y.Başkanı yazan abiye sordu. Sınıflarımızı da yazarak kendisine listeyi getirmesini ve biraz beklememizi söyledi. Liste yapılarak kendisine verildi. Kapının önünde yarım saate yakın bekledik. Başkan elindeki listeyle gelerek isimlerimiz okudu. Onar kişilik iki masaya oturttu. ”Tam vaktinde yetiştiniz.” Dedi. Nöbetçi öğrenciler karavanaları, ekmek, çatal ve kaşıkları masaya koydu. Karavanadan arkadaş kuru fasulye arkasından karıştırarak yiyenlere bulgur pilavını da ilave yaptı. Başkan hala başımızda iki masayı da kontrol ediyor, yemeği dağıtan arkadaşlara kepçeyi herkes için eşin doldurmasını yineliyor takip ediyordu. “ İki sürahi su getirin nöbetçiler” diye seslendi. Çok acıkmışız ki birkaç dakika içinde masanın üstü ve tabaklar yıkanmış gibiydi. Yarım ekmekten aşağı yiyen olmamıştı. Emek yemezsek doymuyorduk sanki. İsminin Mehmet olduğunu öğrendiğim ve hiç unutmadığım bu öğrenci başkanın abimizin “ Arkadaşlar, vallahi sizi izlerken öküz güttüğüm günlerdeki çıkınlar açılınca her şeyin birkaç dakikada bitiği günlerimi hatırladım. Yakından izleyince çok acayip oluyor. Bana böyle diyen olmadı ama alınmayın söylemek zorundayım. Biz öğretmen olacağız, bundan sonra yemek yerken okulda olduğunuz unutmayın. Öğrenmek için aha çok yılınız var ama ağaç yaş iken eğilir. Başka birisi görse bu halinizi, bunlardan öğretmen olmaz der, okulun adını da lekeleriz. Bundan sonra daha dikkatli olun, birbirinizi benim gibi nazikçe uyarın tama mı? Haydin bakalım afiyet olsun. ” Dediği o anı hiç unutmadım. Öğrenci başkanlarının da donanımlı olduklarını ve kendilerini yetiştirdiklerini öğrenmiştim. İki masadaki arkadaşlar dona kaldık. İleriki yıllara olumlu bir davranış daha kazandığımızı bilmeden sessiz, biraz incinmiş şekilde çıkarak eşyalarımızı, kalacağımız yatakhanelere götürmek için ayrıldık. Üç arkadaş aynı yatakhaneye girdik, boş olan ranzaların yanına çantalarımızı koyduk. Nevresim, çarşaf ve battaniyelerimiz almak için yatakhane deposu görevlisinin gelmesi için beklerken yatağın üzerine uzanarak dinlenmeye çalıştım. Yatak hane biraz daha kalabalıklaştı. Kapıdan bir öğrenci battaniyeleri almak için depoya gelmemizi söyledi. Gerekli eşyaları alarak yatağımı düzenledim. Müzik defteri, nota kitabım ve mandolini yatağın üzerine koydum. Bavulu yatakhanenin köşesindeki ayrılan yere koydum. Çalışmak için müzik salonuna gittim. Başka derslerden ikmale kalıp, değişik enstrüman çalan ağabeylerden bir kısmı da kendi seslerini duyacak kadar gürültüsüz çalışmalar yapıyorlardı. İyi saz çalan Necmettin isimli bir üst sınıf öğrencinse mandolinimin akordunu yaptırdım. Arka tarafa geçerek kendimce solfej ve mandolinle gam çalışmalarına başladım. Korku ve heyecan sesimi titretiyor, yorgunluğumu hissetmiyordum. Yanıma biraz sonra diğer şubeden Subaşı köyünde oturan ve gündüzlü okuyan Ahmet Pek isimli arkadaşım geldi. Yanında getirdiği müzik defterini açarak “Ali, bu bilgilerden de soruyorlarmış. Üçüncü sınıfa geçen Mustafa verdi. O da Muzaffer beyden ikmale kalmış.” Defterdeki toplu bilgileri birlikte gözden geçirdik. Daha geniş notlar tutulmuş. Defteri yazmam için akşam yemeğine kadar vermesini ve bu notları defterime aktarıp verme isteğimi sağ olsun kabul etti. Kalemini de ödünç isteyerek salonun yakınındaki sınıflardan birine girip notları özenle yazmaya başladım. Müzik; insanların hislerini, düşüncelerini, doğadan aldıklarını ve bazen de salt doğayı anlatan, ifade eden, düzenlenmiş seslerdir. Müzik hem bir sanat hem de bir bilimdir. Duygusal olarak algılanışının yanı sıra akıl ile de kavranabilir. Bu özelliği ile bireyin ve toplumun duyuş ve biliş açısından durumunu belirlediği gibi, gelişim ve değişimini de sağlayan organik bir yapıdır. Sesin en güzel şekli müzik ile dile gelir. Resim, renklerin birleşmesinden; şiir, kelimelerin kaynaşmasından nasıl oluşuyorsa; müzik de seslerin, duygu, düşünce ve heyecanımızı anlatmak üzere belli bir estetik anlayışına göre seçilip işlenmesinden oluşmaktadır. Yazdığım bölümü tekrar okudum. İçinde geçen bazı kelimeleri anlamasam da bir şeyler akmıştı saki içime. Başka bir boyuta taşımıştım sanki. Defterde yazılanların aynısını yazmaya karalıydım. Alt başlık, Müziğin alfabesini öğrenmek için en temel bilgilerdi. Yazmayı tamamlayıp noktayı koyduğum anda, üst sınıflardan Necmettin isminde, müzik salonu dışında sürekli saz çalan arkadaş geldi. Yazdıklarıma baktı. Sesli okumaya başladı. Vallahi güzel toparlamışsınız, ben de yazayım bunu. Şimdi baştan okuyayım, sen öğretmen ol beni dinle, sonra sen oku ben öğretmen olup dinlerim. Hem öğrenirsin kafanda kalır. Benim müzik sekiz, matematik ten kaldım” diyerek öz güvenli bir şekilde okudu. “ Burada yok ama zaten notaları yazarken mutlaka solanahtarını yazacaksın. Sen öğrenmeye çok isteklisin geçersin korkma “ Dedi. Sıra bana gelmişti. Sevmişti oyun gibi ders çalışmayı. Okumayı tamamladıktan sonra, Mandolin akordunu yapıvermesini ve dinlemesini eksiklerimi söylemesini istedim. Hoşuna gitti. Akordu yaptıktan sonra, Muzaffer Öğretmenimizin tavrını takınarak birkaç defa çaldırıp söyletti. Bemol, diyez ve es leri kullanarak gam ve fış fış kayıkçıyı çalıştırdı. Akşam yemeği zamanı yaklaşmıştı. Sınıftan çıkarken, "Bak Tosyalı, sınıfı geçersen, kantinden kekin yanında bir örelet ısmarlarsın” muhabbeti ve benim verimli bir çalışma olduğu inancımla yemekhaneye doğru birlikte yürüdük. İlk işim yemekhaneye girmeden Mustafa’nın defterini vermek oldu. Kendisine teşekkür ettim. Nasılsa bir günüm daha vardı. Fırsat bulduğum he yerde müzikten kalan arkadaşlarla bir araya gelerek birbirimizi motive ettik. Solfej, gam çalışmaları yaparak birbirimizi değerlendirdik. Çarşamba günüydü. Bildiğim bütün duaları okudum. Bir kısmı müzik salonuna alınıyor, diğerleri dışarıda bekliyorduk. Sınavdan çıkan arkadaşın etrafını sarıp bilgi istiyorduk. Birkaç arkadaşımız gözü yaşlı çıktı. Moralimiz bozuldu. Bu gelgitler arasında gurup olarak sınıfa alındık. Muzaffer öğretmenim Ilgaz Dağı’nın karları erimeyen kuzey yamaçları gibi soğuk yolluyordu üstüme. Dalgın gibiydim. Bir öndeki arkadaşım sakince tamamladı. ”Daha iyi olmalısın, haydi bakalım ” dedi. Sıra bana gelmişti. Titrememek için zorlanıyordum. “946 Ali Küçük, gel bakalım. Mandolini bırak. Birlik , ikilik, üçlük ve dörtlük notaları “na” sesini kullanarak adımların ile yürüyerek yap bakalım.” Dedi. En çokta bu çalışmayı yapmıştım. Ahdet Gelişin isimli arkadaşımız bu denemeleri sınıfta yaparken zıplamalarına, sınıfça gülmüştük. İlk defa öğretmenimizi o zaman tebessüm ederken görmüştüm. Duvara kadar üçlük notayı tamamlayınca durdum. Tüm cesaretimi toplayarak, döneyim mi öğretmenim dedim. Arkadaşlar bir anda gülüştüler. Ben bekliyordum. ”Duvarı delecek halin yok, dön” deyince ışık hızıyla döndüm sanki ve öğretmenimin tebessüm ettiğini gördüm. Dörtlük notayı da “na” sesi ve adımlarla tamamladım. “Asker gibi değil, normal yürüyüş yap bir daha. Notaların başına basar gibi değil, sevgini sunar gibi yürü. İkinci sınıfta daha gayretli ol tamam mı?” Dedi. Sevinçten boynuna sarılacaktım nerdeyse. ”Tamam öğretmenim” diyerek sınıftan çıkmıştım. Hızla yatakhaneye geldim. Kimse yoktu. Yatağın içine girerek sevinçten hüngür hüngür ağladım. Sınıfımı geçmiştim. Öğle yemeğinden sonra babama mutlu haberi vermek için mektup yazdım. Pazartesi günü köye ulaşır umudundaydım.
Derslerin başlamasına on günlük zaman kalmıştı. Yaz çalışmaların sürdüren üst sınıflar ve sınıf arkadaşlarımızla daha iç içe spor müzik ve diğer etkinliklere katılarak, kütüphanede kitap okuyarak, ikinci sınıf kitaplarını temin ederek değerlendirmeye çalıştım. Eylül’ün üçüncü haftası pazar akşamı köylüm arkadaşım Yaşar da okula geldi. Mektup ve para da getirmişti. Mektubu hızla açtım. Babamın eğik el yazısı çok güzeldi. Aceleyle ayakta okudum. Yaşar bir şeyler diyordu ama duymuyordum.” Kuzum sınıfı geçtiğine hepimiz çok sevindik. Annen bir kalbur elma dağıttı. Şükür namazı kıldı. Bu sene ikmale kalma. Yüzümüzü kara çıkarma. Darlık çekme. Canın istediğini al ye. Elli lira daha gönderdim. İhtiyaç olursa yaz. On beş tatile gelirken de göndereyim. Dua ediyoruz, Allah yardımcımız olsun” sözleriyle noktalamıştı. Yaşar’a teşekkür ettim. Akşam olmadan elli lirayı gurup öğretmenimizi teslim ettim.
Müzik dersinin ses ve enstrümandan öte, daha çocuk yaşta olgun bir insan yükünü yükledi bana. Çocukluğumun bir bölümünü heder etse de cesaretin, kararlılık ve çalışmanın iyi insan olmakla taçlandıracağını öğretti. Okulumuz adına yazdığımız marşın altında imzamın olması, Göl Öğretmen Okulundaki arkadaşlarım ve öğretmenlerimle duyduğum gururun ifadesidir.
Göl Köy yolundan dönmeyeceksin!
Sen bir alevsin sönmeyeceksin!