Akşam yürüyüşü adımlarımın sayısını daha da artırmak için güzergâh değiştirdim. Güneş eğilmiş arada bulutların arkasına saklanarak ufuklar ve gökyüzünde rengarenk görsellikler gösterme yarışındaydı. Biraz soluklanmak için boş bir oyun alanının kenarına oturdum. Sağlı sollu trafik ten çıktım bu alanda gürültü de yoktu. Şehrin kenar semtine doğru yürümüşüm. Sessiz alan birkaç dakika içinde sayısı on beş kadar ilköğretim okulu çocuğunun cıvıltısıyla doldu. Maarif müfettişliği görevimden emekli olalı dört yıl geçmişti. İçim huzurla doldu. Okulları, çocuk seslerini özlediğimi hissetim. Çocuklar zıplıyor aralarında takım kurma ayrışması yapıyor gibiydiler. Bitmez enerjilerine iç çektim, çocukluğuma gittim bir süre.
Arkamdan topu yere vurarak Lise çağında olduğu belli olan bir öğrenci yanıma geldiğinde durdu, göz göze geldik. Birden elindeki topu yere bırakarak “Sizi tanıdım öğretmenim, bizim sınıfa teftişe geldiniz, dördüncü sınıftaydım. Sınıfımızı ve öğretmenimizin çalışmalarını çok beğenmiştiniz. Bu çocuklarımızın hepsi birer Mustafa Kemal gibi. Geleceğimiz bunların elinde demiştiniz. Çocukluğunuz ve öğrenciliğinizden bir anınızı anlattınız bir de şiir okumuştunuz. O şiiri öğretmenimiz en az beş kere daha okudu bize. Ben sizi hiç unutmadım Ali Müfettiş öğretmenim. Hatta çocuk şiirlerinizi bize yazdırdı öğretmenimiz” diyerek elimi öptü. Gözlerim dolmuştu ama belli etmedim. Demek ki teftişteki rehberliğimiz amacına ulaşmış diye geçirdim içimden. Teşekkür ederim. Adın neydi, hangi okuldaydı? “Adım Emre … İlköğretim okulu, öğretmenimiz Ahmet… Şimdi… Öğretmen lisesi son sınıftayım. Bu çocuklar bizim kenar mahalleden, hepsi verileni alıyor, haftada bir gün kaptanlık yapıyorum. Bunlarında hepsi birer Mustafa Kemal Müfettişim. Beni bekliyorlar gideyim, hoşça kalın” diyerek çocuklara doğru yürüdü. Rüyada gibiydim. Çocuklar başına toplandı, birkaç dakika onlarla konuştu. Çocuklar ağabeyleri konuşurken sık sık bana doğru baktılar. Emre’nin beni anlattığını hissettim. Çocukları iki takıma ayırıp hakemlik yapıyordu. Tahminen beş dakika sonra saha dışına çıkan ve bana doğru yuvarlanan topu almak için gelen çocuk, avına yaklaşan kedi gibi geldi yanıma, Dipten doruğa süzdü beni.
Rolünü iyi ezberlemiş, özgüvenli, şiir yazdığımı öğrendiği belliydi.
“Şair amca! On yaşındayım, ben de şiir yazabilir miyim, ne dersiniz?”
Ayaktaydı çocuk, ben oturuyordum. Yazdığı senaryosunu oynayan aktör gibiydi.
Konusunu sordum şiirin… “Konusunu boş ver, söyleyin yeter.”
Arkadaşlarınla oynadığın oyun, benimle konuşman bile şiir, yazmana gerek yok, yaşıyorsun işte!
Güldü çocuk.
“Bizim oyunlarda hep oyuncaklarını, bize oynatanlar kazanıyor, sesimiz çıkmıyor, hileyi görsek bile… Şiir de öylemi, sözler yiğit ve dürüstçe!”
Utancımla güldüm. Büyüme evlat, en hep çocuk kal. Büyüyünce, düşünülmüyor bunlar. Masum değil şiirlerde. İsyan da var ölüm de içinde. En büyük şairlersiniz siz saf ve günahsız çocuklar.
“Kolaymış! Ben, şiir yazmak Çocuk oyuncağıdır demiştim, inanmamıştı arkadaşlar!”
Güldü ve koşarak karıştı oyuna…
Kalkamadım yerimden, dağ oturdu sanki omuzlarıma…
Gün eğilirken, kızıla dönmüştü bulutlar. Sandığımızdan daha büyükmüş, ele avuca sığmaz çocuklar…
“Ne zaman çocuklaşsam, insan oluyorum!”