Dünya Kadın Hakları Günü anısına saygıyla!.
 
           Dar sokaklarında yürümek daha da zorlaşırdı her kar, yağmur yağışında. Yağışta balçığa dönen bu sokaklar yazın güneşli günlerinde, tozlarını doldururdu gözlerinize, kulaklarınıza. Şafak vaktinden akşam ezanına kadar, insan ve hayvan güç birliğine damgasını vuran, doğal yollardan kazanma amaçlı o tek düze koşturmaca; tavuk, köpek, inek, eşek sesleriyle yediden yetmişe köylünün emeğiyle harman eyler, yatsı da derin ve yorgun bir sessizliğe gömülürdü. Anadolu’nun o yüce Ilgaz Dağları’nın ağaç yetişmeyen zirvesine; Kasım ayında düşen kar, muhteşem görünürdü, iki ailenin oturduğu iki odalı ahşap evden. Bu ev, diğerleri gibi; Ilgaz Dağları’nın güney karşı dağlarındaki çam ormanlarının sessiz ölümünde, yeni cellatlarını büyütüyordu. Ev; canlılıktır, yaşamdır Anadolu’da. Ahır, ambar, samanlık, odunluk, kiler, sütlük; meyvesinden kış erzaklarına kadar hepsinin saklandığı yalıtımsız, evin içinde, kovalarda suların gece donmadığı hiçbir kışı anımsamaz yaşlılar. Eğlenmeye, sohbete, aylaklığa hiç zamanları yoktur. Baş döndürücü karmakarışık bir koşturmacadır hayat. Kara buğday arpa karışımı unlardan yapılan ekmek, tarhana çorbası, keşkek… Olanlarla doyurabilmek kendini, ailesini; bir de donmamak soğukta, hasta olmamak, korkuların üstesinden gelmek için. Kadere ve kazaya inanmak, içtenlikle dua etmek, başa gelene katlanabilmek, daha güçlü karşılayabilmek ölümleri, saygınlığın göstergesidir. Hastalanınca kurşun dökerler, beddua ederler kem gözlere. Bir de “Dil ise çatlasın, göz ise patlasın!” deyip atarlar tuzu ateşe, çıtırtısını duyunca kalkar hastalar ayağa. Sağ böğrüne de taktımı muşambalanmış enamı; ne hasta kalır köyde, ne de yatan. Dua dışında takviyeler de gerekirdi bazı durumlarda. Sıcak çalığında sarımsaklı yoğurt başa sürülür, acı kabalakla, çamur sarılırdı vücuda. Doktor, ilaç hak getire. Sıhhiye gelirdi zaman zaman. Kinin denilen sarı haptan dağıtır giderdi. Ocağı sönesi sıtma, ağustosun sıcağında Ilgaz’ın karlı rüzgarını getirir, titretirdi çocuk ve yaşlıları. Ölen çocuklara tutulan ağıtlarla büyürdü sevgiler, acıma duyguları. Öldüğünde anlaşılırdı, yaşlı dedenin ne kadar yiğit, herkes tarafından sevilen iyi bir insan olduğu. Sıcak ve ayaz yanıklarını, bir ömür şekillendirecekleri yüz çizgilerinde, umutlarını çiçeklendiren çocuklar gibi, yaşama şansını yakalamıştı Ali…
        Ali’nin babasının dedesi Ecir Ahmet’e;  Ecir lakabının, çok sabırlı, yardım sever, cömert ve hayatında kimseyle kavga etmemesinden, “tahammüllü insan” anlamında, halk tarafından verildiği konuşulur. Dedesi İstiklal Savaşı Madalyalı Gazisi Ecir’in Mehmet; meyvecilik ve bağcılık gelişiminde babasının çalışmalarını sürdürmüş, ormanlarda bulunan yabani ağaçlara sürekli aşı yapmış, yüzlerce elma bahçesi ve üzüm bağının oluşmasına katkısı olmuştur. Bu sayede; Devrez Vadisi’nin güney yamaçlarındaki ormanların bir bölümünde, farklı meyve ağaçları, kardeşçe yaşamanın gerçek türkülerini söylemektedirler...
         Son güz ekinleri harmanlardan kalktı kalkacak; üzümlerin pekmez olacağı Ekim ayının son günlerinden birinde doğduğunda Ali. O yüzden yaşama şansını Cumhuriyete borçlu olduğunu hiç unutmamıştır.  Terleyince teni kokmasın diye ağzından, gözlerine kadar tuzlamışlardı. Yıllar sonra kendisi bu tuzlama işinin, dezenfekte olduğunu annesine  anlatacaktı...
          Ali; mavi gözlü, buğday tenli, kumral saçlı, sevimli bir çocuktu. Henüz dokuz aylıkken yürümesi, yaşıtlarına göre daha erken konuşmaya başlaması nedeniyle ilgi odağı olmuştu. Annesi Satiye; 1940’lı Anadolu’sunda kıtlık, yoksulluk, sefaletin ortasında yaşamış, kara yazgının ak bölümünden direnerek çıkmıştı. Mavi gözlü, beyaz tenli bu genç kız, İstiklal Savaşı Madalyalı Gazisi Ecir’in Mehmet’in ikinci geliniydi. Kaynanası ile ilk günden, ölümüne kadar, biline gelen gelin kaynana  kavgasının e şiddetlisini yaşamıştı. Kadın olmanın dayanılmaz çilesini, analık adına çocukları için, bir ömrü eceliyle bitirme pahasına çekmiş, onurlu bir Türk anasıydı. Babası Ecir’in Mehmet’in üçüncü çocuğu İsmail.  İsmail, abası tarafından aşırı sahiplenilmiş, çocukluğunda hiçbir yanlışında ceza görmemiş, korumalı büyümüş, kendine buyruk, ibadetine düşkün, haramdan korkan, ailesi ve çocuklarını çok seven, kadın üzerinde çok katı ve bağnaz, baskıcı ve şiddet anlayışına sahip olmasına rağmen, oğlunu öğretmen yapma idealinde olan, aşk, sevgi, kahramanlık türkülerinde duygularını göz yaşlarıyla süsleyebilen, temiz, dürüst ve çok cömert bir Anadolu  köylüsü.
          Ali, yoksul ailesinin ilk göz bebeğiydi. Gazi dedesi, babasını öğretmen okuluna göndermemiş; , ” büyük oğlunun  tavır ve davranışlarından korktuğu. Bu sakat halinde  kendisine bakamayacağını düşünerek okula göndermemişti. O yüzden, bir oğlu olursa, öğretmen okuluna göndermeye ahdetmişti. Ali, bir şeyleri anlamaya başladığı günden beri “benim öğretmen kuzum” sözlerine; öğretmenin ne olduğunu bilmeden alıştı. Babası bu sözcükleri birkaç gün tekrarlamadığında, “artık sevilmiyorum ” düşüncesine kapılırdı.
          Kış acımasızdır Kuzey Batı Orta Anadolu’da. Ahşap evlerin üzerine yağan karlar zaman zaman temizlenmezse, evleri çökertecek kadar yükselir, çatılardan indirilen kar yığınları, dar sokakları yürünemez  hale getirirdi. Bekle ki Lodos essin birkaç gün. Estiğinde ise; uğuldatır ormanı, eritir karları. Sel, çamur karışır birbirine. Hayvan ve insanların ortak kullandığı mahallenin bazen donan çeşmesinin konukları hiç eksilmez gün boyu. Sabahın ilk sessizliğini bozan horoz ile birlikte bütün canlı mahlukat ve haşarat, canı pahasına içindedir ortak yaşamın. Kısa günlerin zemherisinde ortak çeşme önünde yapılan hayvan sulama seremonileri, zenginlerde daha gürültülü ve sesli olurdu. Bağrışmalar, sopa sesleri, sıkça duyduğu, ama sonraki yıllarda küfür ve argo olduğunu anlayacağı onlarca söz ve sesler, evin üç ayrı cephesinden de görebildiği baş döndürücü yaşam serüveni, hızla akıp giderdi. Ahşap evlerin tamamının bacalarından yükselen aceleci dumanlar, yoksul evlerin tarhana, ekmek ve bir inekten biriktirilerek katık yapılan tereyağı kokularını, kıvrımlı helezonlar çizerek, zarif balerin oyunları ile köyün sabah gölgelerinin üzerinden, güneş ışıklarına taşırdı. Genç kızlar ve kadınlar bu döngünün tam merkezinde, erkeklerden daha çok çalışır, yük çeker, erkeklerin tüm emirlerine koşulsuz uyarlardı. Sırtında yük, ellerinde kova olsa bile, aheste aheste yürüyen erkek veya erkekler geçinceye kadar beklerlerdi. Bir kadın yolda yürürken erkek geliyorsa önünü kesmemek için sağına soluna bakmak zorundaydı. Kadınlar yolda, bunun dışında hiç durmaz, kimseyle konuşmazdı. Kadın kısmı kafası yerde yürür, hiç gülmezdi. Saçının telini, gözünün rengini mahrem olan biri gördü mü, adı çıkar, yedi sülalesinin namusu kirlenir, erkeklik şerefi yok olurdu. İtaatsiz kadının erkeği, kabul görmezdi köy meclisinde...
Babası askerde iken bir ramazan günü, dedesi öldü Ali’nin. Gazi dedesi çok severdi Ali’yi. Annesi’nin anlattığına göre, Gazi’ye kim ne ikram etse “Ali’me götüreceğim.” dermiş. Tütün içerdi. Tabakasını çıkarınca Ali hemen ocaktan maşa ile közü alır, sigarasını yakardı. Ömer bu konuda hiç aktif olmadığı için dedesi ilgi duymazdı o torununa. Dedesinin ölümü annesi için de onarılmaz kayıp oldu. İki yıllık o zaman içinde annesi bir hizmetçi, ırgat gibi odun kesmeden, kara sabanla çift sürmeye kadar her işi yaptı. Yönetim, ambardan mutfağa kadar  Nine’nin elindeydi. Bürnüklü lakaplı kaynana, hala korkulan ve istenmeyen kaynana tiplemesinden kat be kat beter biriydi. Köyde, kimse ona sataşmaya cesaret edemezdi. Çalışmaya gittikleri uzun günlerde bile azıklarında elma, soğan olurdu. Tarla, bağ, bahçede çalıştıklarında da  karakavuk, kişniş, marul tere gibi otları, katık yaparlardı kuru ekmeğe. Babasının askerlik dönüşü sonrası bir yıl kadar daha birlikte durdular. Ağabey Mustafa, genç yaşına rağmen üçüncü evliğini yapmış, önceki eşlerinden olan çocukları yaşamamıştı. Eski İsmail hem inancı gereği hem de baba yarısı saydığı ağabeysine karşı hiç saygısızlık etmemişti. Hatta eşinin söylenmelerine, kızmalarına bile ”büyüğümüzdür hanım, ses etme!” Derdi. Bir süre sonra iki kardeş birlikte durdukları evin salon kısmını tahtalarla ikiye bölerek ayrı hane oldular. Ömer ile Ali artık tahta aralıklarından konuşma ve bakmanın biçimlerini, çocuksu oyunlarına katmışlardı. Dışarıdan ayrı birer giriş kapısı yapılarak, ayrılma işi tamamlanmıştı.
            Ayrılma öncesi, güneşin hafiften ısıttığı, karların erimeye başladığı, Mart’ın bir günü, kovalarla çamurlu yoldan çeşmeye giden annesinin arkasına takıldı Ali. Annesi “gelme kuzum, her taraf çamur, düşersin, başka giysin yok, ıslanır, çamur olur, haydi eve git, hemen suyu doldurup geleyim” diyerek elindeki kovalarla mahalle çeşmesine doğru hızla yürüdü. Ali, annesinin dediğini duymuyor, ağlayarak, karların üzerinden yalın ayak çamurlara basmamak için zikzaklar çizerek giderken çamura düştü. Elleri, fistanı berbat oldu. Ağlama sesi yükselince annesi geri dönüp, Ali’nin çamura kalkıp kalkıp düştüğünü gördü. Çok sinirlendi. Kovaları kenara bırakıp hızla geri döndü. Ali’yi koltuk altından tutarak çamura birkaç defa daha batırdı. Evlerin önünde hayvanlara tuz verdikleri ve çamaşır yıkama taşı olarak kullandıkları beyaz taşın üzerine bırakıp, “gel de bir daha gör, bekle burada, ümüğünü sıkarım vallahi!” Diye söylenerek hızla çeşmeye doğru gitti. Ali, üşümenin ve annesinin  kendini hırpalamasının getirdiği şaşkınlıkla sessiz, içini çekerek, dişlerini sıkarak ağlıyordu. On dakika içinde annesi doldurduğu kovalarla gelerek, aynı öfkeyle Ali’nin fistanını çıkarıp, önce Ali’yi, sonra fistanını yıkadı. Ali’nin dişleri birbirine vuruyor, takırtısı uzaklardan duyuluyordu. Annesi, önlüğünü Ali’ye sarıp, ninesiyle birlikte durdukları soba yanan odaya bırakarak hızla dışarı çıktı. Amcasının oğlu Ömer, olanlara bir anlam verememiş, sarılı önlüğü açmaya çalışıyor, “Ali niye düştün? Anan mı dövdü? Niye dövdü? Acıdı mı?” sorularını yineliyordu. Ninesi “Sen çıkma yavrum, bu feşel dayak yemiş, hasta olacak. Gavur gözlü anasında merhamet yok ki, çamura belemiş çocuğu. Raciye gız! Ömer’in eski elbiselerinden birini giydir çocuğa!” Dedi. Yengesi denileni yaptı. Üzerinde onlarca ayrı renk yamadan oluşan kalın bir entariyi hiçbir şey demeden giydirip sobanın arkasına oturttu. Ömer acıyan bakışlarla çocuksu bütün davranışları yaparak soruları sormaya devam ediyordu. “Bak, bu entari benim, ısıttı mı? Bunu çamurlama emi… ”
             Evin kapısı açıldı. Annesi asık suratla, elinde dolu kovalar, omzunda yıkadığı ıslak elbise ile içeri girdi. Kovaları koydu. Elbiseyi, küçük oturağı çekerek sobanın yanına kuruması için serdi. Ali, yaptığı yanlışın farkındaydı ama,  konuşamıyordu. Annesi hiç bir şey söylemeden elbiseyi kurutma telaşına girdi. Sobaya, kaynanasının kızacağını bile bile üç tane daha budak odunu vurdu. Kara soba, ağzından duman ve alevi birlikte çıkarırken, annenin öfkesine ortak olurcasına kıpkırmızı olmuştu. Elbiseden buhar çıkıyordu. Annesi, Ali’nin kolundan tutarak kaldırdı, sert bir şekilde ninesinin giydirdiği Ömer’in eski elbisesini çıkararak, buharı tüten ıslak elbiseyi giydirdi. “Dönerek yanmadan kurut, canımı sıkma benim!” Derken, bir yanda yokluğun getirdiği çaresizlik ve kaynanasının kendisini dışlaması, bir yanda çocuğunu hasta etmenin korkusu, mavi gözlerinden süzülen yaşları, büzüştürdüğü dudaklarından aşağı inmiyor, buharlaşıyor gibiydi. Ali’nin soba etrafında dönüşüne Ömer’de eşlik ediyordu. Tüten buhar hoşuna gitmiş olacak ki “Ali, ben de su döküneyim de, beraber dönelim mi?” Demesiyle annesi; “Başka garıştıracan nane var mı?” Diye bir tokat attı. Ömer, evin çıkartmasında, kuru tahtanın üzerinde yan yatıp, ayaklarını karnına doğru çekerek büzüldü. Ali’nin elbisesi kuruyuncaya kadar köşede gırtlak ve vücut dilince yapabildiği tüm teknikleri kullanarak, burnunu çekerek, öksürerek ağladı. Nine öbür odada külde pişirdiği bir patatesi getirerek iki torununa bölüştürdü. Sabahtır başına gelenlerden sonra sanki bir ödül gibi gelmişti Ali’ye. İştahla yedi buharı tüten patatesi. Ömer ayrıcalıklı torun olduğundan, yediği ani tokadın etkisinden veya hiç yarım bir şey verilmediğinden olacak, kabul etmedi, patatesi ayağıyla itti. Ali, Ömer’in ittiği patatesi de aldı. Avucuna büyük geldiği için fistanına saklamaya çalıştı, Ninesi görürse alırdı. Sobanın yanması geçmek üzereydi. Annesi gelerek kontrol etti. “İyi, kurumuş, haydi öküzlere saman verelim!”  Diyerek dışarı çıkardı. Ahşap merdivenlerden hızla inerek ahırın  avlu bölümüne geldiğinde annesi, Ali’ye sarılarak, “Guzum…Öfkemden ne yaptığımı bilemedim, üşüdün mü ? O cadı ninen, sabahtan Ömer’e pekmezli ekmek verdi. Aman gavur gözlü görmesin dedi. Çok canım sıkıldı. Bize düşman gibi, üvey gibi bakıyo kuzum. Onlara bizim gız, bizim oğlan diyo. Benim adım gavur gözlü. Öfkemi senden aldım!” Derken hıçkırarak ağlıyordu. ”Bak, başka elbisen yok, bi daha çamurlara girme, suya, samana arkama gelme, bir  yerin acıdı mı?” Dedi… Sicim gibi akan göz yaşlarını elinin tersiyle silerek. Ali, o sarılışın sıcaklığını, en soğuk günlerde bile duyumsayacağını farkında olmadan, ilk defa annesine bir şey vermenin hazzıyla, avucunu açıp, elindeki sıkışmış, biraz da soğumuş patatesi annesine uzattı. Annesi, biraz şaşkın, biraz pişmansı oğlunun eline ve gözlerine baktı. Öyle duygulanmıştı ki, geçmişe döndü birden. Beş yıl öncesinde sekiz günlük kundakta bebekken kaynanasına bırakıp, dağdaki sümter tarlasının destelerini yığın yapmaya gittiğinde; akşama kadar aç kaldığını anımsadı. Bebesi henüz on beş günlükken loğusa haliyle, dağdan harmana sap çekmesi, o günden bu güne sağ salim gelmiş olmasının korkulu ürpertisi sardı vücudunu. Boğuk bir sesle ”sen yedin mi?” Dedi. Yedim, anlamında kafasını salladı Ali. “ Ömer kızdı da kendi hakkının yemedi.  Ben aldım, sana getirdim ana.” Dedi. Bir müddet tereddüt etti annesi. İlk defa oğlunun elinden ve yürekten bir ikram alıyordu, “Oğul elinden ekmek” diye düşündü. Az önce olanlara aldırmadan, bu candanlığın ve bağışlanmışlığın karşısında duygu ve haz yükü içinde yarım külde pişmiş patatesi iştahla yedi.    
            Annesi ile paylaştığı bu soğuk kış gününün sıcak paylaşımı, Ali’nin yaşam felsefesi haline gelecek, ayağa kalktığı gün olacaktı. Çok uzun yıllar sonra , soğuk bir kış günü , anlattığı bu gerçeğe, gelininin sadece tebessüm ettiğini gördüğünde, oğlunun gözlerine bakarak, ”Biz biliyoruz değil mi kuzum!” İfadesini, Ali; boğazı düğümlenmiş şekilde, dolu gözlerini saklayarak, kafasıyla doğrulayacaktı...
 
BABAM DEDİ Kİ;
Aç kal, açıkta kal
Hakkın olmayana el uzatma.
Yalandan uzak dur.
Alimleri ve büyüklerini dinle.
Zalimden yana olma,
Nemrut ve Firavun’un sonunu unutma!
İlimde  Hz.Ali,
Adalette  Hz.Ömer,
Cesaret ve liderlikte
Atatürk gibi ol!
İnsanları ayırımsız sev ki
Sana iyi insan denilsin!.
ANNEM DEDİ Kİ;
Haram süt vermedim,
Sen iyi çocuksun kuzum!
Tut öğütlerimizi
İyi insan kal!
 
                KİŞİ
                Sevgisi kadar MUTLU
                   Bilgisi kadar KARARLI
                     Ürettiği kadar ONURLU
                       Paylaştığı kadar BÜYÜK
                          Merhameti kadar SAYGIN
                              Dürüstlüğü kadar İNSANDIR !
                                                Ali KÜÇÜK
                                             Eğitimci/Şair/Yazar