Küreselleşmenin etkilerini açık biçimde ortaya koyduğu unsurlar arasında kentlerin özel bir yeri var. Değişim ve dönüşümün kendisini en belirgin biçimde koyduğu alanlar ise ekonomi ve kültür olarak dikkatimizi çekiyor. Ekonomi alanındaki değişimi; kentteki ekonominin küresel şirketlerin pazarı haline dönüşmesiyle ya da küresel markaların kenti işgal etmeye başlamasıyla gözlüyoruz. Kentin önemli caddelerinde 360 derece bir gözlem yaptığımızda; adeta hangi kentte yaşadığımızı unutturacak derecede birbirine benzeyen markalı reklamlar ve mağazalar görüyoruz.
Küreselleşen Kültür
Küreselleşmenin bir diğer etkisi ise kültür alanında oluşuyor. Son yarım yüzyılın bu önemli olgusuna dayalı olarak ya yerel kültür küreselleşiyor ya da kürsel olan, büyük bir hızla yerel olanı yok edip onun yerini alıyor. Küreselleşme olgusu, her an kültürü daha fazla alınır satılır hale getirip egemen kültürün baskınlığını ortaya çıkarıyor. Bunu TV kanallarından mimarlığa, müzikten gösteri sanatlarına kadar her alanda kolayca gözlemek mümkün… Hatta küreselleşmenin acımasız hegemonyasından inançların bile kendisini kurtaramadığını izlemek şaşırtıcı değil.
Artık tarihin tercihini kentlerden yana yaptığı konusunda herhangi bir kuşkumuz kalmadı. Dolayısıyla her geçen gün kentler, artan biçimde ekonominin odakları haline dönüşüyor. Sanayi kentlerde yoğunlaşırken, hizmetler sektörü bu yerleşimlerde ilk sırayı çoktan aldı. Artık pazar, kentin kendisi…
Giderek daha fazla alışveriş konusu olan kültürde kendi evi olarak kentleri benimsemiş durumda. Geçmişte daha büyük oranda üretilebilmiş olan kır kültürü, yeni tohumlarını ve fidanlarını kentte buluyor. Ülkemizde arabesk olarak gözlenen yaşam biçimi, kır kültürünün kentte geçici bir süre de olsa yeşermesinden başka bir şey değil. Bu durum, geçmişte alışık olmadığımız yeni türden bir kent kültürü oluşturdu. Değişim, yeni evrelere doğu ilerlemeye devam edecek.
Kent Yerleşimleri
Ülke coğrafyasını kentler açısından incelediğimizde; bazı kentsel yerleşimlerin diğerlerine oranla daha hızlı büyüyüp serpildiğini gösteriyor. Bu kentler bir yandan yeni ekonomi merkezleri olarak yükselirken, diğer yandan da yeni kültürün gelişme merkezleri olarak dikkati çekiyor. Dolayısıyla kentsel gelişmede ekonomiyi ve kültürü birbirinden ayırmamamız gerçeğini deneysel olarak gözlemiş oluyoruz.
Ekonomik olarak gelişen kentler, yakın ve uzak çevreleri açısından bir düğüm özelliği gösteriyorlar. Bu odak noktasını diğer yerleşimlere bağlayan ilişkiler ise adeta bilgi ve lojistik ekonomisinin ağları gibi duruyor. Bu bağlar üzerinden ticaret, kültür alışverişi ve ulaşım gerçekleşiyor. Bir merkez olarak güçlü bağlara sahip kentler, kendi gelişimleri açısından daha yüksek oranlı katma değer yaratabiliyorlar. Kentsel çeşitliliğe rağmen hem merkez hem de bağ özellikleri itibarıyla bazı kentlerin uzmanlaşmış olduğu sektörler ve alanlar dikkatimizi çekiyor. Bu durum, hem eğitim kurumları hem de üretim altyapısı ile bir bilgi uzmanlaşması ve yoğunlaşması anlamına geliyor. İster istemez şu soruya cevap vermemiz gerekiyor: Yaşadığım kentin yeni ekonomi alanında uzmanlıkları, baskın uzmanlığı nelerdir?
Bilgi Merkezi Olarak Kent
Günümüzde bilginin üretim merkezleri kentlerdir. Bilgi, bu yerleşimlerde yalnız üretilmekle kalmaz; aynı zamanda işlenir, pazarlığı yapılır ve alınır satılır. Bu süreçte etkili olan mekanizmaların öncelikle üniversiteler, ar-ge, tasarım ve inovasyon merkezleri, nitelikli sanayi işletmeleri ile teknoparklar olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu unsurlar açısından daha dinamik ve gelişkin özelliklere sahip kentler, kaçınılmaz rekabet sürecinde daha önde durabiliyorlar.
Bir kentin göstergeleri arasında bilgisayar ve iletişim altyapısı ve okullaşma kalitesi ile bu kurumun üretimin ihtiyaçları ile doğrudan ilişkilendirilmesi önem taşıyor. Bir kentte okulların sayıca çokluğu ile her yıl kaç tane öğrencinin mezun olduğu bir yere kadar değerli. Eğer bir kent kenti sıçramalı farklılığını yaratmak istiyorsa; eğitim kurumları açısından kentin üretim ve insan kaynağı ihtiyacına doğrudan cevap verebilmelidir. Sıradanlaşmış diplomaların veya sertifikaların verildiği bir eğitim modelinin kentler arası yarışı fazlaca anlamı, değeri ve önemi olmuyor.
Ne yapmalı? Öncelikle kent, kendi vizyonuna ilişkin olarak gelişmeyi öngördüğü üretim alanlarını belirlemeli. Daha sonra bu alanlara uygun insan kaynağını yetiştirmek üzere eğitim kurumlarında müfredat ve eğitim biçimi açısından gerekli değişimi sağlamalı.
Yok Olan Yerel Kültür
Kentin neredeyse hiçbir biçimde küreselleşme olgusunun dışında kalması mümkün değil. Kent, bir düğüm noktası olarak kentte bulunuşu ve kurduğu bağlarla küreselleşmeden olumlu veya olumsuz etkilenebiliyor. Küresel ekonomiye bağlanmanın araçları arasında hava yolu, demiryolu, deniz yolu ile iletişim kanallarının özel yerleri var.
Ulaşım ve iletişim kadar önemli bir diğer konuyu hatırlatmam lazım. Eğer bilgiyi kendiniz üretmiyorsanız, mevcut kanallarınızdan ancak başkalarının ürettiklerini tekrar edersiniz. Bu da sizi kentinize ve kendinize yabancılaştırır; küresel kültür ile aynılaşmaya başlarsınız; ekonominiz büyük bir hızla üretimden tüketime doğru kayma gösterir.
Bir kentin mal ve hizmetleri üretmesi, hiç kuşkusuz önemlidir. Ama unutulmamalı ki; ürün ömrünün kısaldığı, taklitçiliğin ivme kazandığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu nedenle aynen işletmeler gibi kentler de bir bütün olarak yenilikçi olmak zorunda. Kentsel inovasyon; kültürden ekonomiye, sivil toplumdan yerel yönetime kadar tüm alanların içsel bir özelliği olmak durumunda. Bir kentte yer alan kurum ve kuruluşlar açısından teknolojik yenilikçilik son derece önemli; ama diğer yandan kentin tamamı özünde yenilikçi olabilmeyi başarmalı.
Kentte yenilikçi olmanın, muhtemelen inovasyonun diğer türlerinden ayrılan bir yanı var. Kentsel mekânı geliştirirken eski ile yeniyi birbirine eklemlemek gerekiyor. Mekân kullanımı anlamında yenilikçilik; tarihe, kültüre ve geleneğe saygılı olmayla birlikte anlam kazanıyor. Geçmişi yok ederek küresel rüzgârların etkisiyle aynılaşan kentler büyük bir hızla anlamsızlaşıp sanal tasarlara dönüşüyor.
Eskişehir dediğimizde tarih, kültür, kimlik ve geçmişten geleceğe uzatan ilişkilerle tanımlanmış bir mekân aklımıza gelmeli. Bir kentin mekânsal tanımlaması; ister geleneksel ister çağdaş, nasıl bakarsanız bakın, bu unsurları içermek zorunda. Peki; adı geleneksel çağrışım yapan Eskişehir’de de durum böyle mi? Odunpazarı semti ve Şeker Fabrikası gibi sayıları giderek azalan birkaç unsuru çıkarırsanız, Eskişehir’de ne gelenek kalmış, ne tarih, ne de ilişkiler kültürü… Kentin geçmiş kültürüne sahip çıkmaya çalışan insan adedi bile neredeyse sayılacak kadar az…
İnsanın kentle mekânsal bağlantısı şöyle bir örnekle tanımlanabilir. Gözleri bağlı bir kişinin gözlerini Dünya’nın herhangi bir kentinde açtığınızda, o kenti tanıyabiliyorsa, bu durumda o kentin bir kimliği var demektir. Bunları semtlere, mahallelere, sokaklara ve alanlara da indirgeyebilirsiniz. Eğer gözlerini açan kişi çevresinde gördüğü özgün olmayan yapılanmadan dolayı kenti tanımakta zorlanıyorsa, o kentin bir kimlik sorunu var demektir. Yine o kentin insanla bağlarında sorunlar olduğunu söyleyebiliriz.
Çağın kentleri dönüştüren küresel anlayışı, her yeri birbirine benzetmeye çalışıyor. Bu, küreselleşmenin net sonuçlarından birisi... Sanki önemli olan, o kentin özgünlüğü ve kimliği değil. Adeta önemli olan, o kent içinde ışıltılı görünümüyle örneğin bir kahve, giysi veya elektronik eşya temalı küresel markalarından birisini ayırt edebilmek… Bu yeni durum, ulusal ve yerel kimlikleri ortadan kaldırıyor. İngiliz, Fransız, İtalyan veya Türk olmanız önemli değil; önemli olan, herhangi bir küresel markayı fark etmeniz… Dolayısıyla tüm kentler, giderek birbirini andıran marka toplulukları haline dönüşüyor. Bir anlamda; “Kahrolsun kimlik, yaşasın küresel markalar” diye çığlık atıyor bugünün sıradan kentleri.
Doğadan ve İnsandan Kopan Kent
Kentler, giderek doğadan ve insandan kopuyor. Mekân ölçeği insan boyutlarını aşmaya başladı. Daha çok tüketebilmemiz için, insanın algılamakta zorlandığı yeni bir sanal dünya yaratılıyor. Adeta bilgisayar oyunlarındaki karakterlere benzemeye başladık. Başkalarının yarattığı dar bir iklimde yaşamaya zorlanıyoruz. Bu iklime dokunmak ve bu ortamın ilişkilerine insanca katılmak gün be gün zorlaşıyor.
Geçmişe özenmekten, bir geçmiş hayali içinde yaşamaktan söz etmiyorum. Geçmişi bugün veya gelecekte yaşayamayız. Ama geçmişten, gelenekten ve tarihten damıtılmış kültürden de hızla uzaklaşıyoruz. Bu uzaklaşmanın insan ve doğa ile canlı etkileşim bölümünü önemli buluyorum. İnsanın insanla ve doğayla iletişimi demek olan yaşamın uzağına düşüyoruz. Geri dönmek istediğimizde ise ne yazık ki, ulaşmak istediklerimizin tümünü yitirmiş olacağız.