Ey derviş “mî-dânî mî-dânî” dir durursun.
Sen hiç Türkîce bilmez misin?”
Kaygusuz Abdal *
İnsan dili, binlerce yılın tecrübe ve birikimini taşıyan çok özel bir anlaşma ve iletişim vasıtadır. Her dil farklı bir toplumun tecrübe, bilgi ve anlayışını biriktirmiştir. Çok derinlerde, henüz bilimin öğrenemediği kadar eski bir tarihte ortaya çıkan bir dil, daha doğarken belli bir coğrafyanın iklimi, tabiat şartları, bitki örtüsü, hayvan varlığı dilin muhtevasını belirler.
Bir bozkır kavmi olarak tarih sahnesine giren Türklerin dünyayı çok geniş olarak algılayan harekete dayalı bir dil oluşturmaları son derece tabiidir. Ilıman kuşakların durgun hayat tarzı, bitki ve çiçekleri yerine olabildiğine uzanan bozkırların enginliği; mavi gök altındaki bütün toprakları yaşanacak bir yurt olarak gören geniş bir anlayış; uzun mesafeleri aşan en uygun varlık olarak at; bozkırda yaşayan serazat hayvanlar ve sürüler; onlarla iç içe geçen ve yarım saat içinde sökülüp günlerce süren yolculuklardan sonra çok uzak bir yerde yeniden yarım saat içinde kurulabilen çadırlarda yaşayan hayat tarzı, Türk başlangıcına damgasını vurmuştur.
Çocuklar aynı nesne ve hareketlere aynı kelimelerin ad olarak verildiğini algılayıp şartlı refleks ve hafıza yoluyla dili edinirler. Dolayısıyla ana dili bizim için herhangi bir organımız, gözümüz, elimiz kadar tabiidir. İşte bizim içine doğduğumuz bu tabii evren, anne babalarımızın, dedelerimizin de içine doğmuş oldukları tabii evrendir. Çocuklarımızın ve torunlarımızın da içine doğacakları tabii evren aynıdır. Ancak yukarıda bahsettiğim, asırlar fark edilemeyen bir değişip gelişme söz konusudur.
Bir yandan aynı toplumun yüzyıllara ve hatta tarihin bilinmeyen dönemlerine uzanan geçmişin bütün tecrübe ve birikimlerini taşıyan özelliğiyle, bir yandan sonradan öğrenmeyle değil tabii edinme yoluyla öğrenilmesi özelliğiyle dil, toplumun en belirleyici unsuru olmaktadır. Dil sayesinde hem fert çevreyi anlamaya başladığı andan itibaren kendini aynı toplum içinde hissetmekte, hem de toplum diğer toplumlardan farklı olduğunu idrak etmektedir. Böylece dil, ferdi içinde bulunduğu toplumun parçası haline getirirken toplumu da başka unsurlar da bu oluşumu sağlar. Ancak birçok araştırmacıya göre milleti oluşturan en önemli unsur dildir.
Ünlü dilbilimciler Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü, eylem çekimlerindeki düzenliliği övmüşlerdir. Max Müller, Türk’ün gücünün dil kuvvetinde saklı olduğunu belirtir: “Türkçe’nin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir zevktir. Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilme niteliği, insan zekâsının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır... Türk dilinde her şey saydamdır, apaçıktır.”
Eski çağlarda yazar ve şairlerin dil konusundaki başlıca meselesi Türkçe konuşup yazmayan kimselere olan sitemdi, Türk Dili üzerindeki Arapça ve Farsça baskısıydı. Zamanla bu baskı Batı dilleri tarafından yapılmıştır. Ama Türkçe, hepsinin üstesinden gelerek varlığını güçlü bir biçimde sürdürmektedir.
Atatürk; “Türkçe, Türk Milletinin kalbidir, beynidir.”
Milli kimlik, milli benlik ancak anadili ile korunur, geliştirilir, sürdürülür.
Türkçe; Kerkük’te yaralı bir güvercin, Türkistan’da tutsak bir aslandır. Avrupa’nın ortasında hayata tutunmaya çalışan öksüz bir çocuktur Türkçe. Türkçe; Yahya Kemal’in ağzında annesinin ak sütüdür. Ağız sütü, Tanrı’nın insanlara emanet ve ümit olarak armağan verdiği bebeklerin ilk can iksiridir. İçeriğinde canlılığın sürmesi için hazırlanmış her türlü besin ve ilaç, esirgeyen Tanrı’nın masum çehrelerin gülmesine bir bağıştır. Annelerin ak sütleri yavrularına sevgi diliyle emzirilir, ninni nağmeleriyle huzur verilir. Ana dilinin güzelliği ile Türk müziğinin nağmesi bebeğin belleğine yerleştirilir.
Her Türk’ün görevi, kutsal diliyle konuşup yazmaktır. Onu soylu oğullarına, gökçek kızlarına öğretmektir. Varlığını Türk olarak sürdürmek dileğinde olanlar, yüzyıllar ötesinden Bilge Kağan’ın sözüne kulak vermelidir. Beylik erkek oğlunun kul olmasını, hanımlık kız çocuğunun cariye olmasını istemeyenler bu sese kulak vermelidir: “Türk adını bırakma, yabancılara itaat ederek kimliğini unutma.”
*(Ey derviş, sen “mî-dânî mî-dânî” deyip duruyorsun / Sen hiç Türkçe bilmez misin?)
mi-dani (Farsça) : bilirsin, biliyorsun